“İktidar tanındığı için iktidardır, otorite de
kabul edildiği için otorite olur. İktidar, isteğe dayanan
bir biçime sahip değilse¸iktidar meşrû bir iktidar değil-
se, böyle bir iktidara karşı başkaldırma hakkı doğar.
MAURICE DUVERGER
kabul edildiği için otorite olur. İktidar, isteğe dayanan
bir biçime sahip değilse¸iktidar meşrû bir iktidar değil-
se, böyle bir iktidara karşı başkaldırma hakkı doğar.
MAURICE DUVERGER
Toplumsal yaşamın her kesiminde, “başkalarının davranışları denetleme, onları bir şeyi yapmaya, yada yapmamaya zorlama” biçiminde karşımıza çıkan bir otoriteyle karşılaşıyor ve örneğin, anne-babanın çocuklar üzerinde, bir işyerinde yöneticinin çalışanlar üzerinde bir otoriteye sahip olmasını doğal karşılıyoruz. Toplumun bir kesiminin ötekiler üzerindeki otoritesini simgeleyen “iktidar” olgusu, siyasal anlamda ele alındığında, toplumsal alanda karşılaştığımız tüm otoritelerin üstünde olan ve başkalarının davranışlarını denetleyerek, onlara boyun eğdirecek (itaat) yasal güç ve araçlara sahip olan bir “siyasal iktidar” ortaya çıkıyor. İşte tam burada, “siyasal iktidarın ve bu iktidarı elinde bulunduran kurum olarak devletin, başkalarının davranışlarını denetleme gücünün yasal ve meşrû olup olmadığı” gibi, yanıtlanması gereken bir soruyla karşılaşıyoruz.
“Yasallık (legalite)” ile, “Meşrûluk (legitimite)” kavramları çoğu kez aynı anlamlarda kullanılıyor olsalar da, özde önemli bir kavramsal ayırım söz konusudur. “Yasallık”, yürürlükteki hukuk sistemine, yani pozitif hukuka uygunluk anlamına gelir. Oysa, “meşrûluk/meşrûiyet)” kavramı asıl anlamını doğal hukuka uygunlukta bulur. Pozitif hukuk anlayışına göre, hukuk, yasa koyucu tarafından konulmuş olan kuralların sistemli bir bütünüdür. Bu anlayışa göre, önemli olan, hukukun üstün bir otorite tarafından konmuş olması ve yürürlüğünün sağlanabilmesidir. Devlet, koymuş olduğu yasa, tüzük ve yönetmelik gibi kurallarla bireyler üzerindeki egemenlik hakkını kullanır. Yani, pozitif hukukta, hukukun toplumsal koşullarla, salt insana özgü etik değerlerle ilgisi kalmaz ve yasaları koyan gücün kaynağının ne olduğu, bu gücün kime ait olduğu gibi sorular anlamını yitirir.
Oysa, doğal hukuk anlayışı, insanın özgür ve eşit doğduğu ve kendi aklını kullanarak, kendi özgür istenciyle toplumu yarattığı ve düzenli bir toplum içinde yaşayıp, doğal haklarını güvence altına almak amacıyla, bir “toplum sözleşmesi” sonucu bazı haklarını yöneticilere devrettiği temel anlayışına dayanır. Bu yüzden de, hukuku aklın ürünü olan kuralların tümü olarak niteler. Böylece, doğal hukuk, pozitif hukukun dışında ve üstünde, adaleti tam olarak yansıtan bir hukuk anlayışı olarak karşımıza çıkar. Öyleyse, doğal hukuk anlayışı özüne insanı yerleştirirken, pozitif hukukun kökeninde yasa koyucu yer alır. Pozitif hukuk, belirli bir toplumda ve belirli bir zamanda eylemsel olarak yürürlükte bulunan hukuku anlatır. Bu yüzden de, tarihsel gelişim içinde yenisiyle değiştirilmeye elverişlidir. Pozitif hukukun içeriğinin ne olacağına onu yaratanlar karar verir. Bu niteliğiyle pozitif hukuk iyi bir iradenin ürünü olabileceği kadar, çok kez rastlantıya dayalı yargıların ve bazen de kötü bir iradenin ürünü olabilir. Bu yüzden de daha çok geçici ve kusurlu bir insan yapıtı olması karşısında, ondan kuşkulan insanın umudu, çok eskiden beri doğal hukuka bağlanmıştır. (1)
Biçimi ne olursa olsun, siyasal iktidar sahip olduğu otoritenin hem yasal, hem de meşrû olduğunu savunur. Kuşkusuz, iktidarın yasallığının belirleyici ölçütü, yürürlükteki yasalara, yani pozitif hukuka uygunluğudur. Oysa, iktidarın meşrûluğunu belirleyecek sağlam bir ölçüt ortaya koymak zordur. Böyle olmakla birlikte, yönetilen kesim çoğu kez yasal bir siyasal otoriteye isteyerek boyun eğer. Bu boyun eğmenin (itaat) temelinde ortak bir çıkar duygusunun bulunduğu da bir gerçektir. Yani, yönetilenler yasal bir siyasal iktidarın halk çoğunluğunun çıkarını gözettiğini düşündüğü sürece kendi isteğiyle ve bilinçli olarak otoriteye boyun eğer. Bu durumda siyasal iktidar olgusu, yönetenle yönetileni birlikte içine alan iki yönlü bir ilişki biçimini alır. Çağdaş siyasal bilimci Duverger’ye göre, “iktidar, tanındığı için iktidardır, otorite de kabul edildiği için otorite olur. İktidar isteğe dayanan bir biçime sahip değilse; iktidar meşrû bir iktidar değilse böyle bir iktidara karşı başkaldırma hakkı doğar.” (2) Öyleyse, siyasal iktidar otoritesini yürürlükteki yasalara uygun biçimde kullanıyor olsa da, yürürlükteki yasalar (pozitif hukuk) eşitlik, özgürlük, adalet gibi doğal hukuk ilkelerine uygun değilse, yönetilenlerin böyle bir iktidara karşı koyma hakkı doğacaktır.
Egemenlerin yüzlerce yıldır boyun eğmenin bir erdem, karşı çıkmanın ise çok kötü olduğuna ilişkin koşullandırmalarına karşın, karşı koymanın ve başkaldırmanın hem bireysel, hem de toplumsal gelişmenin itici gücü olduğun da unutmamak gerekir. Erich Fromm’un insanlık tarihinin bir itaatsizlik eylemi ile başladığını savunması hiç de anlamsız değildir. Ona göre, Adem ile Havva ne zaman ki bir buyruğa karşı geldiler, o zaman her şey değişti. Toprak ve ana ile bağı koparıp, göbek bağını kesmekle insan, insan öncesi uyumdan sıyrılıp bağımsızlık ve özgürlüğe ilk adımı atabildi. “İlk günah” insanı bozmak şöyle dursun, onu azât etti ve tarihin başlangıcı oldu. İnsan boyun eğmeme eylemleriyle de evrimleşmeyi sürdürdü. (3) Fromm, “bir kimse yalnız boyun eğip, karşı çıkmıyorsa o bir köledir; eğer yalnız karşı çıkıp hiç boyun eğmiyorsa bir isyankardır (devrimci değil)…” diyerek, bir kavram kargaşasını önlemek adına, bir kısıtlamaya da gidiyor. Ona göre, bir kişiye, kuruma, yada güce itaat (dış yasaya uyma) boyun eğmedir. Bu tutum, insanın özerkliğinden (iç yasadan) vazgeçip bir dış istenç yada kararı kendi istenç ve kararının yerine kabul edişini belirtir. İnsanın kendi akıl ve inancına uyması (iç yasaya uyma/özerk itaat) ise, bir boyun eğme değil bir onaylama eylemidir. Fromm akılcı bir otoriteyi akla uygun görür. Çünkü, bu durumda otorite akıl adına iş görmektedir. Akıl da evrensel olduğuna göre, akılcı bir otoriteye itaat etmek boyun eğmek demek değildir. Akla aykırı otorite ise ya telkinde bulunur, yada zor kullanır. Çünkü, karşı koyma olanağı bulunan bir kimse kendisinin sömürülmesine seyirci kalamaz.
Doğal hukuk ilkelerine uygun biçimde yapılmış bir anayasası olan ve çıkardığı yasaların bu anayasaya uygunluğu da tartışılmayan devlet, çağdaş anlamda demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Buna göre, bir devletin salt hukuk devleti olarak nitelenmesi onun meşrû bir devlet olduğunu göstermez. Yani, bir devletin yürürlükteki yasalara saygılı olması ona meşrûluk kazandırmaz. Tarih boyunca en totaliter devletlerin ve diktatörlüklerin bile, koydukları yasalara uygun biçimde davrandıkları görülmemiş değildir. Eşitlik, özgürlük, adalet gibi doğal hukuk ilkelerini göz ardı eden bir devlet, hukuk devleti görünümünü kazanmış olsa da meşrûiyet kazanmış sayılmaz. Bu durum yalnızca siyasal iktidarın yasallığının bir göstergesidir. Siyasal iktidarın yasallığı, iktidarın pozitif hukuk kurallarına uygun davranmasını, yani bir hukuk devleti olmasını zorunlu kılıyor olsa da, bu, yasal iktidarı aynı zamanda meşrû iktidar haline getirmez.Siyasal iktidar ve bu iktidarın sahibi olarak devlet, insanın insan olmak sıfatıyla doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere saygılı olduğu, bu hakları koruyup kollamanın yanı sıra, geliştirdiği ölçüde meşrûluk kazanır. Böylece devlet, salt yönetme ve denetleme görevini yerine getiren bir organ olmaktan öte, çağdaş hukuk devleti kimliğine de kavuşur. Çağdaş anlamda hukuk devletinde, insanın doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlükler yöneticilerin isteğine bağlı olmaktan kurtulmuş, anayasada anlamını bulan doğal hak ve özgürlüklere dayanan yasalarla güvence altına alınmıştır.
Kapitalizmin gelişmesine koşut olarak 19. yüzyılda karşımıza çıkan bireysel ve liberal devlet anlayışı, insanı soyut bir varlık olarak ele alan ve onun özgürlüğüne saygı duyan, özgürlüklerin çiğnenmesine karşı durup, salt denetlemekle yetinen niteliğiyle, çağdaş devlet yapısının da ilk adımıdır. Fakat, ekonomik ve toplumsal gelişmeler, bireyin sahip olduğu soyut hak ve özgürlüklerin, ekonomik özgürlük ve eşitlikle tamamlanmadan bir anlam taşıyamayacağı gerçeğini somut olarak ortaya koyunca, devletin ekonomik özgürlüğü ve eşitliği sağlama görevi olduğu anlayışı da yerleşir. Ekonomik özgürlük ve eşitlik sağlanmadıkça, bireyin özgürlüğü, adalet içinde yaşaması, saygınlığı bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Gerçekten, ekonomik gücü olmayanların, liberal devletin kendilerine sağladığı soyut hak ve özgürlükleri kullanamayacağını anlamasının yarattığı baskılar, devlete, bireyin hak ve özgürlüklerini somut olarak kullanabileceği uygun ekonomik koşulları yaratma görevini yükleyince, liberal devlet aynı zamanda bir sosyal devlet olma niteliğini de kazanır. Böylece, liberal devlete, bireyi ekonomik yaşamda da yalnız bırakmayan ve ekonomik eşitliği sağlama görevini de üstlenen sosyal devlet olma kimliği eklenir. Böyle bir devlette demokrasi ekonomik alana da yaygınlaşmış ve üretim sürecine katılan tüm güçlerin ekonomik eylemleri yasal ve demokratik bir denetim altına alınmıştır.
Çağdaş devlet anlayışında artık dine dayanan ve gücünü dinden alan iktidar ve yasa anlayışı ortadan kalkmıştır. Dini salt bir inanç konusu olmaya indirgeyen ve yönetimden arındıran lâik devlet anlayışında siyasal iktidar tüm dinsel inançlara aynı uzaklıkta, bireyin din ve inanç özgürlüğünün de temel güvencesi olarak, her türlü inanca ve inançsızlığa özgürlük sağlar. Lâik bir devlet yapısında “Devlet dini” diye bir şeyden söz edilemez ve devlet, bir dini ötekinden üstün tutamaz. Devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapısını dinsel kurallara uydurma diye bir kaygısı yoktur ve lâik devlet yapısında din kamu hizmeti de sayılmaz. Lâik bir siyasal yapının varlığı, devletin din özgürlüğünü tanıması ile de gerçekleşmiş olmaz. Din özgürlüğü soyut bir kavram olduğu sürece, o toplumdaki yaygın dinler, öteki dinsel görüşlere karşı çıkmak, onlar üzerinde baskıcı uygulamalara girişebilmek olanağına sahiptirler. Bu nedenledir ki, devlet, soyut olarak tanınmış din özgürlüğünün somut geçerliliğini de sağlamakla yükümlüdür. (4)
Feridun ORHUNBİLGE
Emekli Felsefe Öğretmeni
Emekli Felsefe Öğretmeni
…………………………………………………………………………………………
NOTLAR:
(1) “Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları” – Prof. Dr. Vecdi Aral- Filiz Kitabevi, İst. (Tarihsiz)
(2) “Sosyal Bilimlere Giriş” – Maurice Duverger- Çev. Semih Tiryakioğlu- Bilgi Yayınevi, Ankara 1986
(3) “Barışın Tekniği ve Stratejisi” – Erich Fromm – Çev. Fevzi Emir-Kaan H. Ökten- Arıtan Yayınevi İst. 1996
(4) “Devlet ve Din” – Prof. Çetin Özek – Ada Yayınları, İst (Tarihsiz)
NOTLAR:
(1) “Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları” – Prof. Dr. Vecdi Aral- Filiz Kitabevi, İst. (Tarihsiz)
(2) “Sosyal Bilimlere Giriş” – Maurice Duverger- Çev. Semih Tiryakioğlu- Bilgi Yayınevi, Ankara 1986
(3) “Barışın Tekniği ve Stratejisi” – Erich Fromm – Çev. Fevzi Emir-Kaan H. Ökten- Arıtan Yayınevi İst. 1996
(4) “Devlet ve Din” – Prof. Çetin Özek – Ada Yayınları, İst (Tarihsiz)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder