DÜŞLERDEKİ ÖYKÜLER (Denemeler)




BABA, MARTILAR VE ÇOCUKLARI

DENİZ’E ÖVGÜ

“Bir balık olmadığımız kaldı,
Bir de yosun…
Bizi de mi ayıracaktın deniz?
Aşk olsun…”
Aşkların, tutkuların, buluşmaların,ayrılıkların simgesidir deniz… Gün gelir buluşturur sevgilileri ak köpükleri üstünde. Gün gelir koparır, keser alır bıçak gibi, kapkara dalgaları…
“İşte geldik gidiyoruz
Hoşça kal kardeşim deniz.
Biraz çakılından aldık
Biraz da masmavi tuzundan
Sonsuzluğundan da biraz.
… … …
bir şeyler anlattın bize
Deniz’liğin kaderinden
Biraz daha umutluyuz
Biraz daha adam olduk.
İşte geldik gidiyoruz
Hoşça kal kardeşim Deniz…
Deniz bazen insan oluverir ozanın kaleminde…bir şeylere anlatır insanlara. Çakılıyla tuzuyla ve sonsuzluğuyla umut dağıtır. İnsanlık aşılar, adam eder adamı. Bazen deniz “Bizim Deniz” oluverir öykücünün kurgusunda. Ama sonunda yine ayrılıklar vardır, yine hüzünler…

Ayrılıklar, hüzünler o denli büyür ki, deniz ne yapsın? Tek suçludur artık o… Acımasızdır, duygusuzdur… Hasretler acıya dönüşür, acılar umutsuzluğa… Sonunda ölüm denizle bütünleşin, Deniz ölümsüzlükle…
“Ben,
Senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
Gideni bulacak mı zannediyorsun?”
Deniz vatan hasretinin de anlatımıdır. Nedendir bilinmez, ülkesinden kopup giden, ya da koparılıp gönderilen, ama vatan hasretiyle yanıp tutuşanların duygularını yansıtmaya çalışır. Kavuşma umutlarını yitirmiş insanın acı dolu haykırışlarına canlar mı dayanır?
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan,
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli mavi bir liman,
Beni o limana çıkaramazsın…
Yazlar biter, deli rüzgarlar eser, göğün mavisini kara bulutlar kaplar. Eve dönme zamanıdır.
Hoşça kal kardeşim deniz…
Hoşça kal tutkular, sevdalar,
ürkek kaçamak bakışmalar
Ve sonra,
Merhaba yeniden buluşma kararlılığı,
Merhaba kardeşim Deniz…


 
        -“Adam her gün mendireğin ucuna kadar gelir, martılara simit ve ekmek atardı. Görevliler hiç ses çıkarmazlardı. Bir gün martılar adamın önce gözlerini, sonra beynini oydular. Adamın ekmek ve simit alacak parası kalmamıştı…”
Babasının ağzından hiç düşürmediği o küçük öykü -yoksa çocuklarına iletilmeye  çalışılan bir öğüt müydü?- sık sık korkunç bir düş olup canlanır ve onu uykusundan sıçrayarak uyandırırdı.
Göğsündeki üç yıldızlı üniformasıyla, kalın palaskası ve körüklü çizmeleriyle kendisine her zaman dev gibi görünen babası, Baş komiser Haydar Bey canlandı gözünde. O dağ gibi adam emekli olup köşesine çekilince sanki yaşama küsmüş, sık sık yükselen şekeri yüzünden iyice zayıflayıp küçülmüştü. Ayağının küçük parmağındaki yara giderek büyüyüp azmış, kangrene dönüşüp parmağı çürütmüştü. Her an ötekileri ve giderek ayağı çürütme olasılığı vardı. Sağ ayak parmaklarından birkaçının en kısa zamanda kesilmesi gerekiyordu. Emekli Baş komiser Haydar Bey, sakat kalma korkusuyla, böyle bir operasyona razı olmuyor, yarasını, bir eczacı dostundan sağladığı merhemle ve dezenfektanla temizlemeye çalışıyordu.
Ayağına pansuman yaparken yarayı, belki de umutsuzluğunu görmesinler diye kimseyi odasına sokmazdı. Bir gün, yine pansuman sırasında, kapıyı vurmadan babasının odasına dalıvermiş ve onun büyük bir telaşla, sargı bezlerini örterek saklamaya çalıştığı yaralı parmağını şöyle göz ucuyla ancak görebilmişti. İki küçük parmak sanki çürük bir et parçasıyla ayağa bağlı gibi duruyor, ama her an düşüverecekmiş duygusu uyandırıyordu.
-“Yaşayacağım kadar zaten yaşadım oğlum…” demişti. “Hayatın yuf borusunu da öttürdüm. Bundan sonraki günlerimi topal bir ayakla geçirmemi kimse benden istemesin…”
“Hayatın yuf borusunu öttürme”nin ne demek olduğunu o zaman hiç anlamamıştı çiçeği burnunda felsefe öğretmeni… Babası bu sözleri, yaşadığı altmış üç seneyi kendisi için yeterli gördüğünü anlatmak, -belki de ölüm korkusunu öldürmek- için sık sık yineliyordu.
Kendince dolu dolu yaşadığı altmış üç yıl, kırk yıllık bir yuva, “yaşasaydı otuz dokuz yaşında olacaktı…” sözleriyle arada bir anımsanan en büyük erkek evlat ve onun ölümünden iki yıl sonra Allah’ın verdiği bir kız çocuğu, Nedret Abla… Baba evindeki yaşamı yoksullukla savaşarak geçen (ölenin anısını yaşatmak için mi, yoksa bir erkek çocuğa duyulan özlemin dışa vurumu mu olduğu bilinmeden kendisine bir erkek adı verilen) ve erkeklerden olabildiğince uzak tutularak namusu korunan bir kız evlat… Erişkin bir kız çocuğunun namusunu koruma ve evleneceği erkeğe tertemiz teslim etme kaygılarından kaynaklanan anlamsız –anlamsız olduğu kadar da acımasız- baskılarla geçen bir çocukluk ve ilk gençlik yılları. Sonra yeniden bir erkek evlada kavuşma… Hastalıkla büyüyen ve çoğu kez ölecek diye korkulduğu için üzerine titrenen, her hastalanışında, öteki çocuklardan gizli cızbız köfteler yedirilen ağabeyin yanında; özensizce, sanki kendi kendine büyümeye bırakılan, eve sinen ızgara et kokusu giderilemediği için, özenip de bir yeri şişmesin diye ona da bir lokma köfte tattırılan ikinci erkek evlat… -Vaktinden önce doğduğu için kundağa sarılamayıp, pamuklar içinde büyütülmeye çalışılmıştı- “Parmak çocuk” diye herkesin görmeye geldiği ve bu parmak çocuğun kocaman pipisine bakıp –onu doğuran ananın utancını ve ezilmişliğini hiç önemsemeden- gülümseyen komşu kadınları… O, annesinden bunları dinlediğinde hiç tepki vermez, yalnızca güler geçerdi…
“Hayatın yuf borusu”nu öttürdüğünü söyleyip, yaşamdan vazgeçmiş görünen ve ameliyat olmamak için direnen, ama tüm yaşamı boyunca her gün mendireğin ucuna kadar gelip martılara ekmek ve simit atmayı hiç aksatmamış olan Haydar Bey, uzayıp giden bürokratik işlemler yüzünden daha emekli ikramiyesini alamamış ve emekli maaşını da bağlatamamıştı. Belli ki, martılara ekmek ve simit alacak parası da yoktu.
İşte o günlerde büyük bir kızgınlığın ve nefretin tohumları atıldı. İlkinin ölümünden sonra Allah’ın bağışladığı ikinci erkek evlat olan ve “ölmesin” diye herkesin gözünün içine bakarak büyüttüğü, bir dediğini iki etmediği –belki de bu yüzden hâlâ bir baltaya sap olamamış- ağabey (yoksa büyük martı mı?) hasta babasına, söylenip duruyordu. Nişanlısına almak istediği bir armağana parası çıkışmamış, (artık, bırakın ekmek ve simit almayı, mendireğin ucuna gelecek gücü bile kendisinde bulamayan) hasta adamdan para istiyor ve onun yattığı karyolanın ayak ucundaki demirleri yerinden koparacakmış gibi sarsarak:
-“Ne faydanı gördük senin?...” diye bağırıyordu. “Bir dikili ağaç bile bırakmadan geberip gideceksin, hâlâ para saklıyorsun bizden… Mezarına mı götüreceksin, ne?...”
(Martıların en irisi havada daireler çizip, mendireğin ucuna zorlukla gelebilmiş olan adama yaklaşıyor ve onun atacağı ekmeği, ya da simidi gözlüyordu. Oysa, adamın ayakta duracak gücü kalmamıştı ve belki biraz sonra denizin karanlık sularına düşüp gözden kaybolacaktı. Martıların en irisi, havada çizdiği dairelerin çapını giderek küçültüp adama yaklaştı. Ekmekten de, simitten de umudunu kesmişti artık. Birden sert bir pike yapıp, adamı soğuktan iyice küçülmüş gözlerine daldı…)
Ağabey, sıkı sıkıya yapıştığı karyola demirlerini, sanki kaldırıp yatakta yatanın kafasına vurmak için yerinden sökmek istermiş gibi hızlı hızlı sarsıyordu.
(Martıların en irisi ilk vuruşu yaşlı adamın sağ gözüne yaptı…)
Genç Öğretmen gürültüye koşup gelmiş, ama odanın kapısında donup, ne yapacağını bilmeden öylece çakılıp kalmıştı. Dudakları sanki kilitlenmiş gibiydi ve tek bir sözcük çıkmıyordu ağzından…
(Sonra bir başka martı mı geldi ne? Adamın sol gözünü de o çekip aldı yuvasından…)
Anne, bulaşık sularını sıçrata sıçrata mutfaktan fırlayıp koştu. Ağzından yalnızca:
-“Delirdin mi sen oğlum?” sözleri dökülebildi. Baş komiser Haydar Bey, yatağında iyice küçülmüş, boynu bükük ve bomboş gözlerle oğluna bakıyor, sanki bu işkencenin bir an önce bitmesi için dua ediyordu.
(Kanla karışık göz yaşları süzüldü yanağından aşağı ve dizlerinin üstüne çöktü mendirekteki adam…)
Gözünden sakınarak büyüttüğü, ölen ilk erkek çocuğunun yerine tanrının bir armağanı gibi gördüğü evladı odadan çıkıp gitsin ve gözünde daha fazla küçülmesin, diye gözlerinin içine yalvarır gibi bakıyordu.
(Sonra, şimdiye değin onun elinden ekmek ve simit yemiş olan tüm martılar gelip, başına üşüştüler. Adamın beynine öldürücü darbeyi vuranın hangisi olduğunu kimse ayırt edemedi.)
Genç öğretmen yaşadığı sürece, kapının önünde taş gibi çakılıp kalışının, ağabeyinin üstüne atılıp, onu kapı dışarı edemeyişinin ve babasının kollarına atılıp:
-“Canım babam… Seni çok seviyorum…” diyememiş olmanın üzüntüsünü yaşayarak, o güne lanetler yağdırıp durdu. Zaten, bir gün olsun, çekingenliğini aşıp, onunla gurur duyduğunu da söyleyememişti babasına. Ona iyice sokulup, yüreğinin sesini teninde hiç duyumsayamamıştı. Her zaman çocukları için çarptığını çok iyi bildiği o baba yüreğini –yine babasının yarattığı- o korkuyla karışık saygı yüzünden hiç daha yakından tanıyamadı Yalnızca güftesi ve bestesi hiç duyulmamış bir şarkıyı kendi kendine fısıldayıp durdu:
-“Tüm hayınlıkların doğurgan karanlığını ardına alıp/ geceyi çıplak bırakmak/ eski sevdalardan yeni tutkulara uzanmak ne güzel…/ Ne güzel, yaşamak dolu dolu/ bir baba yüreğinin yürek gibi atışını duyarak…/ Tüm korkulu düşlerden uyanıp/ başını dayamak erkek dizlerine…”
Genç öğretmen, yeni atandığı lisenin “Altı Edebiyat” sınıfında, Kant’ın koşulsuz ahlâk buyruklarını anlattıktan sonra, sorduğu soruları yanıtlamak üzere parmak kaldıran öğrencilerin arasında babasını görüyordu çoğu kez. Babasının, soğuyup katılaşmış, ama O’na sımsıcak ve yumuşacık gelen ölü bedenini yerleştirmek için mezarın ayak ucuna indiği o gün, geleneklerin (yalnızca en büyük erkek evlat olmak sıfatıyla) mezarın baş ucuna inme ve yasaların (yine aynı nedenle) babasının beylik tabancasını bulundurma hakkını tanıdığı ağabeyine karşı olan öfkesi tüm canlılığıyla sürüyordu. Kant’ın ahlâk anlayışını özetlerken, sözlerinin arasına:
-“Ahlâklı olmak babayı sevmektir, baba yüreğini incitmemek hem aklın, hem de akla dayanan ahlâk anlayışının olmazsa olmaz koşuludur…” ilkesini de sokuştururken, Kant’a da, felsefeye de haksızlık yapmadığını biliyordu.
Gün ışığında öğrencilere ahlâkı ve bilgelik sevgisini anlatmak, akşam olup hava kararmaya başladığında ise bir şişe beyaz dimitro şarabına yarım şişe votkayı karıştırıp içmek… İçip içip sarhoş olmak ve sonra sızıp kalmak… Ölümüne bir uykunun vurdumduymaz karanlığına sürüklenip, her şeyi silmek yaşamından. Şimdi bunu yapabiliyordu yalnızca. İyice sarhoş olmadan eve girecek gücü ve cesareti kendinde bulamıyordu. Arkadaşlarının uyarılarına hiç aldırmadan, votkayı beyaz şaraba katması ve eve girer girmez sızıp kalmak istemesi, kendi kendisiyle hesaplaşmayı ertelemenin, günah çıkarmayı geciktirmenin en kolay yoluydu. Sağken değerini bilmediği, yaşam savaşının o bitip tükenmek bilmeyen koşuşturmasında hep ikinci sıraya ittiği, her gidişinde nasıl olsa evde bulacağını bildiği babasını bir daha hiç göremeyecek olmanın yarattığı sıkıntıyı ancak böyle aşıyordu.
Önünde, sonunda kendisiyle hesaplaşacağı saatin gelip çatacağını biliyor, o saati alabildiğine geciktirmeye çalışıyordu. Zaten hep savaşmaktan yorulduğunda, sorunlarını görmezden gelip, işin kolayına kaçacak ve bir kısır döngü içinde yuvarlanıp gidecekti…   


ÖLÜMÜ ÖLDÜRMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

 -“Ölüm hiçbir zaman bir şaşkınlık olmadı benim için…” diye mırıldanmıştı Ölü. “Ama hiç de koşarak gitmedim kendi ölümüme…”
         Sonra, artık gözden kaybolmakta olan cenaze konvoyunun ardından öylece bakakalmıştı… O zaman, yaşamdaki son günlerinin büyük bir bölümünü geçirdiği hastane koridorları ve polikliniklerin sıkıcı bekleme salonlarını düşündü. Çoğu kez tıklım tıklım dolu olan o salonlarda, muayene sırasının kendisine gelmesini beklerken sessizce sıraladığı küfürleri bu kez utanarak anımsadı. Sıranın kendisine gelmesini beklerken çoğu kez ayakta kalır ve oturacak bir yer bulsa da sinirleri bir türlü yatışmazdı. İşte o zaman sürekli söylenir ve bildiği tüm küfürleri içinden bir güzel sıralardı.
         Belki de saatler süren sinir bozucu beklemeden sonra, sırası gelip muayeneye girdiğinde, hemen hemen tüm doktorların takındığı o yarı tanrı tavrı, içeri giren herkesi küçümseyen o umursamaz bakışlar onu daha çok çileden çıkarırdı. Doktor, işini bir an önce bitirmek istercesine, çabucak tansiyonunun ölçüp sırtını dinler ve arkasından, beline koyduğu yumruğun üstüne tık tık vurarak:
         -“Acıyor mu?” diye sorardı. Üstelik, bu işlemler her seferinde hiç şaşmadan yinelenir, O, tüm doktorlara inat –acı duysa da- hiç acımadığını söyleyip, aklınca onları zor durumda bırakırdı. (Çünkü, onlar, sanki vurdukları yerin mutlaka acıması gerektiğini düşünürlerdi.) Ardından bir röntgen, ya da ültrason istek kağıdı yazılır, kan tahlili  için aç karnına gelmesi istenir ve hasta gönderilirdi. Doktorlar “neyi olduğunu” söylemezler, o da “neyim var” diye hiç sormazdı. Belki de, adı konmamış bir inatlaşma sürerdi karşılıklı.
         Aynı sıkıntılı beklemeler daha sonra röntgen bölümünde sürer, bölüm sorumlusu genellikle üç ya da dört ay sonraya gün verdiğinde, film orada kopardı. O, dilinin ucuna geldiği halde, nedense, doktorlara bir türlü söyleyemediklerini oradaki görevliye sıralar, tahlil, ya da film istek kağıtları okkalı bir küfür eşliğinde yırtılır ve sonunda “kahrolası sömürü düzeni”ne ver yansın edilip, “sosyalist sağlık sistemi”ne duyulan özlem dile getirilerek hastaneden çıkılırdı.
         Arada bir idrarından kan gelir, bileği, dizi, parmak eklemleri kızarıp şişer, şişen yerlerin sancısını da beyninde hissederdi. Çoğu kez acıdan bayılacak hale geldiği halde:
         -“Zengin hastalığı bu…” diyerek gülümsemeye çalışırdı. “Cebimiz değilse de gönlümüz zengin bizim…”
         Şişlikler inip sancılar hafifleyince de, hastane koridorlarında  çektiği sıkıntıları unutuncaya, ya da tanıdık bir doktor buluncaya kadar tedaviyi savsaklar, hastaneye gitmezdi. Bu kısır döngü, “sağ böbreğin tamamen, sol böbreğin ise kısmen” tükenip, görevini bir makineye devretmek zorunda kalıncaya kadar sürdü.
         Bir vakıf hastanesinin,Avrupa’daki benzerlerini hiç aratmayacak kadar temiz ve düzenli ortamında, filanca beyin hastane başhekimine yazdığı kartın kendisine kolaylık sağlayacağının verdiği güvenlik duygusu ve iç huzuruyla bekleme salonunda otururken, gözleri, çevrede koşuşturup duran, hepsi mankenler kadar güzel, pembe önlüklü hemşire kızlara takılıyordu. Amerikan, ya da Avrupa hastanelerini salt filmlerde görmüş olmasına karşın, bu hastaneden daha güzel ve kaliteli olamayacağını düşünüyor, üstelik, “sosyalist sağlık sistemi”ni bu kez hiç aklına getirmemenin tedirginliğini de duymuyordu.
         Oturdukları rahat koltuklarda muayene sırasının gelmesini bekleyenlerin yüzünde acı çektiğini gösteren anlatımdan ve o hastalara özgü solgun beyazlıktan eser yoktu. Koridorlarda kimse inlemiyordu, o sabahın köründe gelip muayene sırası almanın ve bekleme salonunda oturacak yer bulmanın telaşından da eser yoktu. Üstelik, oturdukları yerde “ülkeyi soyan hırsızlar”dan, “banka hortumlayan şerefsizler”den söz edilmiyor, ülkenin nasıl kurtarılacağına ilişkin fikir tartışmaları yapılmıyordu.
         Koridorlarda ve bekleme salonlarında saygılı bir mabet sessizliği kol geziyordu.
         Kulağına melodi gibi gelen:
         -“Sizi bekliyorlar efendim…“ uyarısı onu daldığı düşler dünyasından uyandırdı. Kendisini uyaran hemşirenin sesinde, avuçlarının içinde korkuyla çırpınan minicik bir muhabbet kuşunu okşayarak sakinleştirmeye çalışan sahibinin sıcacık yumuşaklığı vardı.
         Başhekimin odasına girdiğinde, gözüne önce, içeri girende şaşkınlık uyandıracak kadar görkemli bir çalışma masası çarptı. Masada, çok yemekten, belki de içtiği kaliteli şaraptan –nedense, başka bir şey, örneğin viski içiyor olabileceğini hiç düşünmemişti- kızarmış yüzü ve belki de çok uyumaktan şişmiş gözleriyle yüzüne boş boş bakan, yüz çizgilerinde insana özgü en küçük bir duygusal anlatım barındırmayan, (başka yerde ve başka koşullarda karşılaşmış olsalar, belki ona sıcakkanlı ve sempatik gelebilirdi) başhekim oturuyordu. O, yalnızca bu adamın hastanenin başhekimi olduğunu biliyordu ve adını öğrenmek ve anımsamak uğruna, ne elindeki karta, ne de içeri girerken kapıda asılı isim plaketine bakmak zahmetine katlanmak gereği duymamıştı. Doktor –büyük olasılıkla profesör olmalı, çünkü öteki doktorlardan daha besili ve daha duygusuz bir görünümü vardı- içeri giren hastanın yüzüne bile bakmadan (bu tavır, tüm doktorların, karşısındakine hiç değer vermediğini göstererek, onları etkileri altına almak ve oranın tek patronu olduğunu hissettirmek için her zaman başvurdukları bir yöntem olmalı) eliyle, oturmasını işaret etti. O, kendisine gösterilen yere sessizce oturup, öylece bekledi. Hiç konuşmayarak, doktoru yüzüne bakmaya zorlayacağını düşünmüştü. Adı konmamış inatlaşma bu kez kısa sürdü, O, aynı oyunu sürekli oynamaktan sıkılmış oyunbozan çocuklar gibi homurdanarak, raporlarla ve çeşitli hastanelerden alınmış tahlil sonuçlarıyla dolu dosyasını doktora uzattı.
         Doktor bir süre kendisine uzatılan dosyayı inceledi, kargacık burgacık grafiklere baktı, röntgen filmlerinden birini kaldırıp ışığa doğru tuttu. Tüm bunları yaparken yüz hatları hiç değişmiyor, sanki duygularını dışa vurmamak için özel bir çaba harcıyordu. Neden sonra, yine gözlerini raporlardan hiç ayırmadan:
         -“Sağ böbrek bitmiş…” dedi. “Hemen alınması gerek.”
         Hastanın yüzüne bir tokat gibi çarpan bu tayı koyarken bile yüzüne hiç bakmamıştı. Karşısındakini bir eşya gibi gören –onu belki de insan yerine bile koymayan_ birinin rahatlığı içinde, sıradan bir devinimle, koltuğuna yaslanıp iyice yayılmıştı. Sınıfta, öğretmeninden gizlenerek, arkadaşına zile kaç dakika kaldığını soran bir öğrencinin yüzündeki korku ve heyecanın anlatımı bile, bu duygusuz yüzün yanında, kıyametin kopmasını bekleyen birinin yüz  anlatımı kadar yoğun olmalıydı.
         O, yaşamın o anında belki de ilk kez ölüm korkusunun zincirleriyle sımsıkı bağlanmakta olduğunu hissetmiş, izleyen günlerde, bu korkunun dayanılmaz acılarını yaşamış, ölüm korkusuyla kaç kez titremiş, düşünde gördüğü ölüm meleğinin soğuk elinin alnına dokunduğu o korku dolu gecenin sabahında da kesin kararını vermişti: Ölümü öldürecekti. (Ölümü öldürmek… Olası mı bu? Yaşam denilen sürecin zorunlu sonucu ölüm değil mi? Yaşamla ölüm aynı gerçeğin iki yüzü değil mi?)
         -“Hasta olduğun için değil, yaşadığın için öleceksin” demişti bir düşünür. “Doğumun senin için nasıl her şeyin doğumu olduysa, ölümün de, öylesine, her şeyin ölümü olacak.”
         -“Bu dünyaya nasıl geldiysen, öyle çıkıp gideceksin…” diye söylendi kendi kendine. “Doğarken hiç duymadığın kaygıyı ölürken duymanın anlamı yok…”
         Ölümü öldürmenin olanaksızlığını kavradığında, ölüm korkusunu öldürmeye karar vermenin dayanılmaz hafifliği içinde:
         -“Bu dünyaya nasıl geldiysen öylece çıkıp gideceksin işte…” diye haykırdı. Sonra yine, kim bilir ne zaman okuduğunu ve kim olduğunu birden anımsayamadığı düşünürün ağzından, kendi kendine söylenmeye başladı:
         -“Yaşamla ölüm birbirini yaratırken, birbirini de tüketecek. Yaşam ölümü, ölüm de yaşamı…”
         Artık ne ölüm korkusu kalmıştı ortada, ne de ölümü –ya da ölüm korkusunu- öldürme çabası… Yaşamla birlikte tüm çabalar, istekler, duygular tükenip bitmişti. Şimdi hiçbir şey duymuyor, anlamıyor, hiçbir çağrıya yanıt veremiyor, yalnızca uzaklaşmakta olan kendi cenaze konvoyuna boş gözlerle, öylece bakıyordu.

 

 
   Ölü, artık gözden kaybettiği cenaze konvoyunun ardından boşalmış sokaklara geri döndüğünde ve yüreğinin kuytuluklarında, beyninin hiç keşfedilmemiş, en gizemli kıvrımlarında yalnızca kendini ararken ve yeni yetme bir çocuk gibi, başkalarına (ve hatta kendisine) yasakladığı çıplaklığını tanımaya çalışırken, yine çocukluğu geldi aklına… Neden sürekli o Arnavut kaldırımlı sokakları, birbiri üzerine yıkılıverecekmiş gibi duran viran evleri ile çocukluğunun geçtiği sokağı anımsardı hep? “Anımsamaya değer bir yanı var mı?” diye düşünmeden ve çocuk duygularını, çocukça isteklerini sürekli olarak bastırmak zorunda kaldığı çocukluğunun, belleğinde neden bu denli güçlü izlenimler bıraktığını anlamadan düşünür dururdu o günleri… Küçüldüğü için,ağabeyinin giyemediği ve ona oldukça bol gelen pantolon ve genellikle rengi güneşten solmuş, çok giyilmekten kol ağızları aşınmış siyah bir okul önlüğü… Her zaman ayağından çıkıverecekmiş gibi olan, bilmem kaçıncı kez pençelenmiş bir ayakkabı. Yazın sıcaktan bunalarak, kışın soğuktan donarak yürüdüğü okul yolu. Parasını bir türlü denkleştiremediği için hep uzaktan özenerek baktığı sarı tatlıcının revanisi… Her yaz tatilinde mutlaka gitmek zorunda olduğu cami hocasının evi. O sıkıcı kuran dersi saatleri… Hoca Efendi dokuma tezgahında çalışırken onu da yanında oturtur ve genellikle dinler gibi göründüğü halde, tüm duyularını dokuma tezgahında odaklardı. Mekiği ite-çeke havluyu dokurken, tezgahın bitmek tükenmek bilmeyen o tekdüze takırtılarına karışan “elif-lâm-mim” sesi ve yanlış bir okumada ense köküne iniveren şaplak… O, hiçbir zaman, Hoca Efendi’nin tüm dikkatini dokuma tezgahına veriyor göründüğü halde, sureyi yanlış okuduğunu nasıl fark ettiğini anlayamamıştı… Anlayamadığı bir şey daha vardı: Acaba neden hiç unutamıyordu, Hoca Efendi’nin evine giderken hep önünden geçtiği o zengin evinin çocuğunun üç tekerlekli bisikletini… Daha önce eşini başka hiç kimsede görmediği o zincirli, üç tekerlekli bisikleti ve Hoca Efendi’ye verilecek haftalık ders ücreti… Yirmi beş kuruşu beş dakikacık o bisiklete binmek için zengin çocuğuna verdiği ve sonra da :
   -“Parayı düşürdüm…” diye ağlayarak yalan söylediği o günü … O zengin çocuğunun elinden hiç eksik olmayan ve tadını her zaman merak edeceği ve neye benzediğini düşündüğü tüp çikolota. (Büyümeyi, bir an önce büyüyüp para kazanmayı ve kazanacağı ilk parayla o tüp çikolatadan alabilmeyi belki ondan başka hiç kimse böylesine istememiştir…)
   Yaşadıkları sokağın adını hiç sevmezdi. Arkadaşları, nerede oturduğunu soracaklar diye hep ödü kopardı. “Abdal Sokak”, aptal sokak oluvermişti dillerde, herkes öyle söylüyordu… Gerçi O da “Abdal”ın anlamını öğreninceye kadar:
   -“Aptal sokakta…” derdi, nerede oturduğunu soranlara… “Abdal”ın anlamını öğrendiğinde de sokağını hiç sevmemişti. Aslında, sokağı mı yoksa evlerini mi sevmediğini çoğu kez ayırt edemezdi. Çünkü, sokağın en eski, en viran evinde oturuyorlardı. İki kanatlı ahşap kapısı el değdiğinde yıkılıverecekmiş gibi duran, sokağa bakan bir penceresi bile olmayan, duvarları kabarmış o viran evde… Şimdilerde üzerinden koca bir bulvar caddesinin geçtiği, artık evin yerinde yeller esen, daha doğrusu egzost dumanlarının pis bir koku saçıp döne döne yukarılara yükseldiği yerde… (Sokak duvarını bile düzgün yapmamışlar… Zaten nesi düzgün ki? Köşe başındaki bakkalın bile ağzı yamuktu.) Köşedeki bakkal… “Yamuk ağızlı Hüseyin Abi…” Çocukları hiç sevmeyen, parası bir sakız, ya da şeker almaya bile yetmeyen çocukları dükkandan kovan, kovulan çocukların dükkandan biraz uzaklaştıklarında:
   -“Yamuk bakkal… Yamuk bakkal…” diye kızdırmalarına duymazlıktan gelerek hiç aldırmayan öylesine bir adam… Üstelik Bakkal Hüseyin’in varlığı ona büyük bir kolaylık da sağlıyor ve nerede oturduğunu soranlara kolayca:
   -“Yamuk bakkalın sokağındaki kırk dört numaralı evde…” diye tarif ediveriyordu evini…
   Tahta böceklerinin kemirdiği, yer yer çürümüş, üstünüze yıkılıverecekmiş gibi duran sokak kapısının tokmağı vurulduğunda, ya annesi, ya da ablası açardı kapıyı. Eve girerken, önce, avluyu düzlemek için kabaca dökülüvermiş kara çimentoyu geçmek zorundaydınız… (Ablasının varlığından sürekli yakındığı o kara çimentoyu…)
   -“Bıktım bu evin pisliğinden…” derdi ablası… “Ne kadar yıkarsan yıka, ne kadar ovarsan ov, hep simsiyah, hep pis görünüyor… Allah ne zaman kurtaracak bizi bu mezbeleden?”
   Gelinlik çağındaydı ablası… Tanımadığı birileri çat kapı görücü geldiğinde mutfağa koşup saklanır, çoğu kez hiç çıkmazdı gelenlere. “Mezbele” dediği evden yakınması her zaman çok kısa sürer, sonra korkup susuverirdi, babası duymasın diye…Belki de babasının:
   -“Kestane kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş…” diye söylenmesinden, ya da annesinin:
   -“Gözün zengin evlerinde değil mi? Gözün çıkası…” beddualarından çekindiği için hep susardı genç kız… Yaz-kış demeden, soğuk sularla sürekli yıkayıp arıtmaya, ya da hiç arıtamayacağını bile bile “beyazlasın” diye ovduğu kara çimentonun onu astım hastası yaptığını kim bilebilirdi ki?
   Dışarıya açılan bir penceresi bile olmadığı için her zaman karanlık duran avlu, sanki karanlık ve korkunç bir zindandan cennete geçiliveriyormuş gibi, koca bir bahçeye açılırdı. Oluğundan gürül gürül Pınarbaşı suyunun aktığı küçük havuzuyla, kocaman iki ağacın, bir erik ve dut ağacının gölgelediği bahçeye… Tüm mahalleliye “göz hakkı” diye en azından bir tabak erik götürülen, erik toplamaya çıkıldığında her zaman düşmekten korkulan o koca ağacıyla çocukluk düşlerinin yaşandığı o cennet bahçe. (Abla’nın, kendisini her zaman temiz tutmak zorundaymış gibi hissettiği ve küçücük bir çalı süpürgesiyle, dökülen yaprakları süpürüp durmaktan beli tutulduğu için nefret ettiği de aynı bahçeydi…) Birkaç kez ablasının:
   -“Bıktım bu ağaçların pisliğinden… Kurusalar da kurtulsam…” diye yakındığını duymuş ve ağaçların dibine gizli gizli bulaşık suyunu, ya da çiş dolu lazımlığı döktüğünü görmüştü. (Dut mu erken kurumuştu, yoksa erik mi? Tam olarak anımsayamıyordu….)
   En çok bahçenin ortasındaki küçük havuzu severdi O… Oluğundan gürül gürül Pınarbaşı suyu akan ve yazın içine karpuz koyup soğuttukları o küçücük havuzu… Bir tahta parçasını günlerce yontarak yarattığı o “Muhteşem korsan gemisi”ni yüzdürürdü. Oluktan akan suyun yarattığı halkaların büyüye büyüye yok olmasına dalar giderdi. Oynadığı oyuna mı, yoksa her şeyden, yoksa herkesten, her şeyden koparak yarattığı düşler dünyasındaki yeni yaşamına mı dalıp gittiğini hiç bilmeden, kendisini kaptırıp giderdi. (Yıllar her şeyini alıp götürdüğünde, tüm yaşamın da yalnızca bir düş olduğunu kavramıştı ve artık biliyordu ki, aslında yaşananlar hep o çocukluk düşleridir. Gerçek de yalnızca düşlerde gizlidir…)
Kendi dünyasına daldığında kimse kendisine dokunmasın ister, hiç kimsenin, hatta kendisinin bile, ulaşamayacağını bildiği okyanuslarda yüzdürdüğü teknesiyle, oluğun altına geldiğinde. Yukarıdan akan suyun etkisiyle ters dönüveren o tahta parçasıyla bütünleşirdi.
   O, yalnızlığı mı, yoksa yalnız oynamayı mı sevdiğini bilmiyordu. Zaten bilmesi de hiç gerekmiyordu. En azından, başkalarına boyun eğmek zorunda kalmadığı kimsesiz oyunlar onun sığınağı gibiydi.
   Bazen de evdeki eski tahta sandalyelerden birini ters döndürür, bir ip takıp at yapardı kendisine… Pekos Bill’in atı Tayfun… Tayfun deyince de, hep o zengin çocuğunun (Adı Tayfun’du onun da…) ardından:
   -“Yippee Tayfun…” diye bağırdığında yediği tokadı anımsardı.
Bir tahta parçası elinde bazen bir kılıç olurdu. Karaoğlan’ın kılıcı…Bazen de Tommiks’in tabancası... Ya da Zagor’un baltası. Birinin kendisini izlediğini fark ettiğinde o düş dünyası yıkılır gider, somurtarak bir köşeye çekilir ve kimseyle konuşmazdı.
   Kimseyle konuşmayıp somurttuğu anlarda, bir alttaki havlucular hanından gelen tezgah sesleri, gidip gelen mekiklerin tekdüze tıkırtıları bir ninni gibi gelirdi çoğu kez. Bahçe duvarı dokumacılara bitişik olduğu için gürültüyü çoğu kez evin içinde duyarak ders çalışamadığı zamanlarda bile bundan hiç şikayetçi olmazdı. Çünkü, havlu onun için kitap demekti. Havlucu Ahmet Amca’nın dokuduğu havluların başları bağlansın diye bir bohça içinde eve getirilirdi. Havlu başlarındaki saçak iplikleri ablası ve ağabeyi ile birlikte bağlarlardı. Ama O, hiçbir zaman ablasının hızına ulaşamazdı. Ablasının ince uzun parmakları düğüm atarken sanki görünmez olurdu. Ablasının dans edercesine çalışan ve üreten parmaklarına dalar giderdi. Sıcak havalarda bahçeye, havuzun hemen yanına serilen çarşafın üstüne yığılan havluları bağlamak için yarışılır ve kenar püskülleri bağlanan havlular yan tarafta toplanırdı. Havlucu Ahmet Amca:
   -“Havlu bağlamak deyip geçme…” derdi. “Eşit sayıda ipliği tutacaksın, ortada bırakacağın iplik de aynı sayıda olmalı. Düğümler çok yumuşak atılmalı. Şu güzelim desenlerle uyumlu olmalı… Havlu bağlamak bir sanat…”
   O, önemli bir iş, ya da bir sanat olduğu için değil, , bağladığı her havlu başı için babasının ona verdiği bir kuruşu ve verilen her kuruş biriktirilip Tom Miks, Teksas, ya oda Zagor alındığı için seviyordu havlu bağlamayı.
   Yorgun geçen günlerin akşamında erkenden yatılır, fazla elektrik harcanmazdı evde… Komiser Haydar Bey genellikle geç gelirdi eve, bazı akşamlar devriyeye çıkılır, bazı akşamlar ise nöbete kalınır, karakolda sabahlanırdı. İşinin erken bittiği akşamlarda ise, ya Arap Şükrü’nün dükkanında, ya da caddenin köşesindeki meyhanede arkadaşlarıyla oturup oyalanırdı. O, babasının geç geldiği gecelerde daha sokak kapısı vurulur vurulmaz yataktan fırlayıp kapıyı açmaya koşardı. Kim önce açmışsa kapıyı babası onu kucaklardı önce ve bir süre kucağından bırakmazdı. Sonra… Sonra gecenin asıl güzel yanı, babasının elinde her zaman bir paket tatlı olurdu. Çoğu kez paket kağıdına bulaşan, sütlaç, ya da muhallebiyi, kağıdından, kaşıkla bir güzel sıyırıp yemek de ayrı bir zevk verirdi.
   -“Ben zehir içtim, evlatlarım tatlı yesin…” derdi babası. Geldiğinde herkes uyansın isterdi. Saat kaç olursa olsun, herkes uyansın ve getirdiği tatlıdan yesin. Biraz gülüşsünler… Yataktan kalkmayanın ağzına sokuşturulurdu tatlı kaşığı.
   -“Bıktım bu sarhoştan…” Derdi annesi. Yarı kızgınlık, yarı hoşgörüyle ve gerçekten kızar mıydı, yoksa hoşuna mı giderdi hiç belli etmeden. ”Herkesin adamı gibi, adam gibi getirse ya şu tatlıyı…” Sonra odalarına çekilirlerdi. Ferit, yukarıdaki yatak odasından gelen karyola gıcırtısını ve derinden gelen inleme sesini duymamak için yorganın içine gömülür, öylece büzülüp kalırdı. Sonra merdiven altındaki o karanlık hamamlıktan gelen su sesi ve sonra gece… Dalgın ve derin bir uyku…
Pınarbaşı Karakolu eski ve ahşap bir evden bozmaydı. Karanlık nezarethanesiyle ve karanlıkta genellikle yüzünü göremediği insanlarla anımsanan bir semt karakolu. Çoğu kez boş olurdu nezarethane, ama O, karanlık yerden bazen ağlama, bazen de boğuk boğuk bağırma sesleri duyardı. Korkup dışarı kaçardı o zaman…
Karakolun hemen önünde büyük bir alan, “bayram yeri”… O alanda bisiklet kiralayarak geçinen kara-kuru adam… O’nu gördüğünde:
   -“Gel komiserimin oğlu..” diye seslenirdi. “Makam araban hazır…”
Babası eve gitmek için sesleninceye kadar bisikletten inmezdi. Komiser Haydar Bey O’nu bisiklet üstünde her gördüğünde yalancıktan kızar:
   -“Yine mi bisiklet?” derdi. “Düşüp kıracaksın bir yerini…”
Bisikletin eskimiş selesinin, yer yer yırtılan derisinin altından çıkan süngeri sarkardı. Sele genellikle kasıklarını acıtır, ama O, acıyı hiç duyumsamazdı. Kasıklarının arası simsiyah morarırdı. Annesi O’nu yıkarken morlukları gördüğünde çığlık atar, sonra babaya çıkışırdı:
   -“Bindirme şu çocuğu bisiklete demiyor muyum? Hayaları ezilecek, kısır kalacak yavrum…”
   -“Aldırma Hanım, bir şey olmaz der, geçiştirirdi babası. Bisiklete binmesinin yasaklanacağından çok korkardı. Ama, Komiser Haydar Bey o karakoldan ayrılıncaya kadar hiç yasaklanmadı bisiklet…
   Bir süre sonra da babası gitmez oldu karakola. O, erkenden kalkıp evden çıkan ve gece yarılarında geri dönen adam gitmiş, yerine, yataktan hiç çıkmak istemeyen, zorda kalmadıkça evden dışarı adım atmayan, kulağını cızırtılı radyoya dayayıp, sürekli düğmeleri karıştıran ve bulduğu istasyonda spikerin zor duyulur sesini daha iyi anlayabilmek için kulak kesilip, o anda odanın içinde sineğin bile uçmasına dayanamayan sinirli bir insan gelmişti… Evin içinde anlam veremediği bir şeyler olduğunu seziyordu.
   (Ah o sorumsuz, sorumsuz olduğu denli korku dolu güzelim çocukluk yılları!... Çocuk olmak için doğulan, adam olmak için önce çocuk olunan ve ölmek için de adam olmayı beklediğimiz o çocukluk yılları… Ölüm anasız, babasız kalmaktır, salt yalnızlıktır önce… Sonra açlık korkusu gelir ardından…)
   O, önce babasının işsiz kaldığını anladığı günlerde duydu ölüm korkusunu açlık duygusuyla birlikte…. Kardeşi için süthaneden deftere yazdırıp aldığı yarım şişe sütün içine gizlendi tüm korkular…
   Babasının, herkesi susturarak kulağını radyoya dayayıp bir tek sözcüğünü bile kaçırmadan dinlemeye çalıştığı, bozuk bir Türkçe ile, bilmem nereden okunan haberler… Ankara ve İstanbul’da üniversiteli gençliğin polisle çatıştığını, bir gencin tankın mı, yoksu atların ayakları altında mı ezilip öldüğünü tam anlayamadan dinlediği haberler… Gençlerin bir ağızdan:
   -“Olur mu böyle, olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?” diye marşlar söylediğini duyardı yarım yamalak. Babası üzüntülü, ama güzel günlerin geleceğine inanmanın verdiği mutlulukla dolu bir serzenişle:
   -“Bitecek bir gün…” derdi “Bu sıkıntılar mutlaka bitecek Göreceksin bak Hanım, çok uzun sürmeyecek…”
   Bir gün, nasıl olduysa, babasının açığa alındığını, işten el çektirildiğini öğrendi. Bir süre maaş filan da yokmuş, “eğer bu adamlar iktidardan gitmezlerse” belki de tam anlamıyla aç kalacaklar, kardeşine yarım kilo sütü -veresiye de olsa- alamayacaklarmış… O adamlara –kimlerse onlar- gidip ağlamayı, ağlayarak yalvarmayı düşündü:
   -“Bırakın benim babamın yakasını...” demek geldi içinden. “Benim babam dünyanın en iyi babasıdır, çocuklarını çok sever o… Kardeşime her gün bir dolu şişe süt almak ister…”
   Sonra selesi yırtık bisiklet geldi aklına. Artık karakola gidemiyor, gidemediği için de bisiklete binemiyordu. Kasıkları da acımıyordu artık ve morluklar azalmış, giderek sarıya dönüşmüştü.
   -“Bıraksınlar babamın yakasını da, ben yine bisikletime bineyim…” diye bağırmak geçti içinden. O kara-kuru bisikletçi:
   -“Gel komiserimin oğlu…” desin yine. Yine bisikletin zincirini şöyle bir elden geçirsin. Babası yine o yıldızlı üniformasını giysin, ayağına körüklü çizmelerini çeksin, onu yine karakola götürsün istiyordu. Aç kalmasınlar istiyordu…Uyumadan önce Allah’a yalvarıyor, Hoca Efendi’den öğrendiği tüm duaları bir bir okuyordu:
   -“Allahım, ne olur babam yine gitsin karakoluna… O adamlar kimlerse çekip gitsinler. Bizi kendi kendimize bıraksınlar…”
   Artık sık sık annesiyle babasının, seslerini çocuklara duyurmamaya çalışarak tartıştıklarını görüyordu:
   -“Çeneni tutamıyorsun bir türlü…” diyordu annesi, sesini alabildiğine kısarak. “Sana ne elin başbakanından. Karnını şimdi halk partililer mi doyuracak bakalım… Ne vardi içip içip koca başbakana küfredecek?”
   -“ Kaç kez söyledim küfretmedim diye, Hanım…” Dişlerinin arasından sanki bir ıslık gibi çıkıyordu sesi. Çok kızdığında hep öyle konuşurdu. “Beni oyuna getirdiler, tuzak kurdular… Biliyorlar demokrat olmadığımı, başımı yakmak istiyorlar…”
   -“Demokratlık neyimize, halkçılık neyimize bizim? Sen ekmek parana bak. Sana bir şey olursa çoluğun çocuğun hali ne olur, hiç düşünmüyor musun?”
   -“Düşünmez olur muyum Hanım?” Komiser Haydar Bey’in sesi daha bir yavaş, daha yumuşak çıkıyordu artık… “Düşünmez olur muyum hiç yavrularımın rızkını… Ama bana tuzak kuranların Allah cezasını verecek bir gün…”
   -“Bakalım ne pişireceğim akşama? Çocuklarımın önüne ne yemek koyacağım? Bir de bakkal veresiyeyi keserse, o zaman halimizi köpekler yemez…”
   Sözlerinin eşini bir türlü rahatlatamadığını fark ediyor ve ne söyleyeceğini bilemiyordu. Düşünceye dalıp çiçeklerin dibini eşeliyordu bir süre…Nisan yağmurlarını yemiş ve yumuşamış topraktan birkaç solucan başını çıkarıyordu o zaman… Babası bir sopanın ucuyla topluyordu solucanları.
   O, bir yandan sopanın ucunda oynaşan, kıvrılıp bükülen solucanları izliyor, bir yandan da yamuk ağızlı Hüseyin Bakkal’ın, sayfaları neredeyse dolmuş olan veresiye defterini düşünüyordu. Bakkal Hüseyin, hesabı ne zaman alacağını bilmemenin verdiği tedirginlikle, alınanları deftere yazarken kendi kendine söyleniyordu artık. Defterin sayfaları da dolduğu için küçük küçük yazmaya çalışıyordu rakamları. Sanki defter dolarsa bir daha hiçbir şey alamayacaklarmış gibi geliyordu ona da…O zaman açlık korkusu daha çok sarıyordu benliğini ve ürperiyordu…
   Bir mayıs sabahı bitti acılar ve korkular… Sokak başlarını tutan askerler, okula giderken yoldan çevirdiler tüm çocukları ve işlerine giden insanları:
   -“Eve dönün…” diyordu eli silahlı asker. “Bugün okul filan yok, evinize dönün ve bir daha da çıkmayın…”
   Yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Korku değildi hissettiği. Adını koyamadığı duygularla eve koştuğunda, babasını yine üniformasını giymiş ve körüklü çizmelerini ayağına çekmiş olarak gördü. Önceleri sesini alabildiğine kısarak dinledikleri radyo bu kez sonuna kadar açıktı. Kalın bir ses hep aynı sözleri yineliyor:
   -“Kardeş kavgasına son vermek için…” gibi sözler ediyordu. “Türk Silahlı Kuvvetleri…” diyordu. “Güvendiğiniz Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Marşlar çalıyordu sonra ve kalın, tok bir erkek sesi türküler söylüyordu.
   O sırada kapı hızlı hızlı vuruldu. Babası zaten kapının çalınmasını bekliyor gibiydi. Önce o kapıya koştu, çocuklar da arkasından fırladılar. O, yarı aralık sokak kapısından ve babasının ayakları dibinden kapının önünde duran üç askeri gördü. Onu yoldan çevirip, eve dönmesini söyleyenler gibi, başlarına demir şapkalar giymiş, eli silahlı üç askeri… Sonra babasıyla birlikte binip gittikleri o arabayı. Babası:
   -“Şapkamı getir Hanım…” demişti. “İşte bütün sıkıntılarımız bitti. Karanlık bitti artık, güzel günler başlıyor hepimiz için. Sonra şapkasını başına hafifçe yan oturtarak, kendisini almaya gelen askerlerle çıkıp gitmişti…


Feridun Orhunbilge
Emekli Felsefe Öğretmeni

KENDİ ÖLÜMÜMDÜ DÜŞÜMDEKİ…

YAŞANANLAR ÇOCUKLUĞUN DÜŞLERİDİR HEP…
        Namazdan çıkanlar cami avlusunda saf tuttular. Kırçıl sakallı imam, neredeyse yerlerde sürünen cüppesini toplamaya çalışarak, işini bir an önce bitirmek isteyenlere özgü o hızlı adımlarla gelip, düzgün sıra halinde kendisini bekleyen topluluğun önüne geçti.
         -“Er kişi niyetine…” diye başladı önce. Sonra “Allahuekber…” diyerek iki elini kulaklarına götürdü. Arkasındakiler de her zaman yineledikleri için, artık alışkanlık haline gelen, bilindik davranışlarla kırçıl sakallı imama uydular.  Çoğunun anlamını hiç bilmediği dualara eşlik ettiler. Sonunda başlarını önce sağa, sonra sola çevirip işlerini bitirdiler.
         -“Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sordu imam…
         -“İyi biliriz…” diye yanıtladılar.
         -“Hakkınızı helâl ediyor musunuz?”
         -“Helâl olsun…” dediler.  İmam üç kez yineledi sorusunu. Kalabalık her seferinde:
         -“Helâl olsun…” diye seslendi.
         Ozanın “bir namazlık saltanatın olacak” dediği o “taht misali” musalla taşında, üzerinde simlerle Arapça dualar işlenmiş yeşil örtüye sarılıp, baş tarafına, içinde yatanın cinsiyetini belirlemek üzere havlu örtülmüş tabutta, her şeyden habersiz, öylece yatan Ölü, eğer konuşulanları duymuş olsaydı, muzipçe güler ve:
         -“Gömün anasını satayım…” derdi.
         Oysa şimdi hiçbir şey duymuyor, anlamıyor ve yanıt veremiyordu.
         Bir ömür artık tükenmişti.
İçine neleri sığdırdığı ve daha neleri sığdıracağını umduğu yaşam bitmişti.
Cami avlusunu dolduranların “iyi insan” olduğuna tanıklık ettiği Ölü’nün küçük oğlu, avlunun çıkış kapısına yakın bir yerde durmuş, ağlamaktan kızarmış gözlerle, kendisine baş sağlığı dileyen ve cenaze arabasına götürülmek üzere eller üstüne alınan tabutun bir tarafından tutmak için acele eden insanlara bomboş ve anlamsız anlamsız bakıyordu.
         Büyük oğlan tekerlekli sandalyesinde iyice küçülmüş ve kendinden geçmiş bir halde oturuyordu.
         Avlunun bir bölümünü dolduran öğrenciler, başlarındaki öğretmene duyurmamaya çalışarak konuşup, arada bir de gülüşüyorlardı. Öğretmenleri kendilerine sert sert baktığında da, yüzlerine hemen bir ciddiyet maskesi geçirerek üzgün görünmeye çalışıyorlardı. Çoğu, tabutun içinde yatanı tanımıyordu bile… Nöbetçi müdür yardımcısı, dersi boş olan sınıflardan derme çatma bir grup öğrenciyi toplamış ve bu emekli öğretmene son görevlerini yapmaları için camiye getirmişti.
         Öğle namazı için gelip, avludaki cenazeyi gören ve farz olan görev bittiğinde, cenaze namazına da katılmak için avluda saf tutan civar esnaftan insanlar, avlunun bir bölümünü dolduran öğrencileri görünce, ölenin bir öğretmen olduğunu anladılar. Cenaze namazını kılıp, ölünün ruhuna bir fatiha okuduktan sonra, bir namazlık süre için kapattıkları dükkanlarını açmak üzere hızlı adımlarla uzaklaştılar.
         Topluluğu mezarlığa götürmek üzere cenaze arabasının arkasına sıralanmış olan eş, dost, akraba arabalarına binenlerin sonuncusu da avludan ayrıldığında, ortalığı, şadırvandan durmadan akan suyun şırıltısının bile bozmaya çekindiği ürkütücü bir sessizlik kapladı.
         Bu korkunç sessizliğin ortasında kalıveren Ölü, kendi cenaze konvoyunun arkasından bakakaldı.
         Yaşam denilen bilmem kaç perdelik oyun sona ermiş, perde kapanmış, alkışlar susmuş ve oyunun son izleyicisi de çıkıp gitmişti. Ürkütücü sessizliğin insanı iliklerine kadar üşüten soğuğunda, yaşam oyununun küçük, yeteneksiz oyuncuları bir bir veda ediyorlardı sahneye… Bir daha hiç dönmemecesine…
         Ölü, en azından yarısını hiç tanımadığı insanların Tanrı huzurunda (gerçekten öyle mi?) kendisinin “iyi”liğine tanıklık etmelerini hiç yadırgamadı. Böyle bir yalancı tanıklık, her ölünün ardından her zaman ve hiç değişmeden yinelenir dururdu.
         Artık ışıkları da söndürülmüş olan salonun ortalık yerinde öylece kalıveren Ölü, yüreğinin kuytuluklarında ve beyninin hiç keşfedilmemiş en ücra kıvrımlarında, bundan böyle yalnızca kendini arayacak ve yeni yetme bir çocuk gibi başkalarına (ve hatta kendisine) yasakladığı çıplaklığını tanımaya çalışacaktı.
         Kendisinin artık kendisi olmadığını fark ediyordu.
         Çoğu kez ne yana gideceğini bilmeyen, şaşkın, taşralı bakışlarla, otobüsünün kalkacağı bilmem kaç numaralı peronu arayan insanlarla dolu bir otogarda, yine kalabalık bir yalnızlığın ortasında öylece kalıverdiğini anladı. Nedense, her seferinde, kalkıp giden otobüsün ardından yaşlı gözlerle el sallayan hep kendisi olurdu. Şimdiye değin, hiç giden otobüsün içinde olmamış, kendisini uğurlamaya gelenlere el sallamamıştı.Bu kez “giden” olmanın mutluluğunu yaşayarak başkalaşmanın tadına varıyor, hem “giden”in  kendisi olarak kalmayacağını, hem de “gidenler”in geri döndüğünde hiçbir şeyi bıraktıkları gibi bulamayacaklarını çok iyi biliyordu.
         -“Sonsuza kadar yinelenme…” diye okumuştu bir kitapta. “Oysa, sonsuza kadar yenilenme olmalıydı…” diye düşündü. Bir yaz bulutu gibi gelmiş, yağmur olup yağmış ve sonunda buharlaşıp uçmuştu. Artık kurumaktaydı ıslak toprak. Kızgın güneşin sıcaklığıyla buhar olup gidiyordu yağmur suları… Yine güneş açmış, fakat yapış yapış, bunaltıcı sıcağın ardından tatlı bir serinlik kaplamıştı doğayı. (O, yağmur olmayı istemişti hep… Tüm sevdiklerinin, karısının, çocuklarının ve bıcırık torunlarının, yüreğinin derinliklerine sinmiş kokularıyla ve capcanlı tüm anılarıyla, yitip gitmeyen bir özlem duygusuna dönüşmeyi arzulamıştı.)
         -“Gitme, kal…” deselerdi, gitmezdi belki de. Kalsaydı, o güzelim yaz yağmuru tadında mı kalırdı, yoksa soğuk bir kasım yağmuru gibi insanın içini üşütür ve her tarafı çamura bulayıp kirletir miydi? (Gitmenin mi, kalmanın mı daha güzel olacağını artık hiç bilemeyecekti. Çünkü, yalnızca ikincisinde ne olduğunu hep merak ettiği yollardan yalnızca birini seçip onda yürüme özgürlüğü tanınmıştı ve o da ister istemez yaşanması gerekeni yaşamış, gitmenin gerekli olduğu zamanı da çok iyi seçerek, öylece çekip gitmeyi bilmişti…)
         Önce ablasının, sonra babasının, annesinin, Deniz’in ve sonunda kendisinin ölümünün kesiştiği ve her ölümün ardından kendisiyle bir kez daha hesaplaştığı günlerde, ölümün, tüm acıları ve artık kendisine çok saçma gelen sıkıntıları yok ettiği o büyülü sarmalında var olmak ve belki de böylece ölümü öldürmek düşüncesi kemirmişti tüm benliğini… Ölümü öldürmenin olanaksızlığını, yaşamla ölümün aynı gerçeğin iki yüzü olduğunu kavradığında ölüm korkusunu öldürmeyi denemiş ve bunda da başarılı olmuştu. (Hastane koridorlarında ölüm korkusuyla titrediği, uykusunda ölüm meleğinin soğuk elinin alnına dokunduğunu duyumsadığı o günlerin sıkıntısını, ölümü değil, ama ölüm korkusunu öldürebileceğini kavramanın dayanılmaz hafifliğiyle aşabildiğini anımsadı.)
         Sonunda, yani günü geldiğinde, “yaşam sofrasında karnını iyice doğurmuş bir çağrılı gibi” kalkıp gitmeyi becermişti işte…
         Ozan dostu Metin’in, cenazesinin arkasında söylediklerini duyar gibiydi:
         -“Koşarak gitti kendi ölümüne…” diyordu.”Ölüm onun  için iğreti bir şaşkınlık, net bir hazirandı. Ama ona yakışan en güzel ebruli oldu. Çünkü o, hep aydınlık bir hücredeydi ve duruyordu orada…”  
         -“Ölüm hiçbir zaman bir şaşkınlık olmadı benim için…” diye mırıldandı Ölü. “Ama hiç de koşarak gitmedim kendi ölümüme…”
         Sonra, artık gözden kaybolmakta olan cenaze konvoyunun ardından öylece bakakaldı…



YAZARLIK TUTKULARINDAN KALAN…

 İlk gençlik yıllarından bu yana hep bir roman yazmayı düşlemişti. Yalnızca düşlemekle kalmayıp yazmıştı da. Çocukluktan ilk gençliğe geçtiği yıllarda, daha lise son sınıf öğrencisiyken, konusu İstanbul’da geçen bir  aşk ve macera romanı yazmış ve bu roman denemesi bir yerel gazetede yalnızca basılabilir değerde bulunmakla kalmamış, gazete yılbaşı yeniliklerini duyurmak üzere bastığı ve tüm kentte dağıttığı el ilanlarının en başına koymuştu: “Bursa’nın en çok okunan genç yazarının yeni (sanki eskisi varmış gibi) romanı: Zengin Hülyalar…” (Yazar özentisi, dosyasında sakladığı bu el ilanının yanına bir de not düşmüştü: “Büyük Saçmalıklar Dizisi”)
Edebiyat Öğretmeni’nin:
-“Yahu evladım, kahramanını aldın Bostancı’dan, bir dakikada Barbaros Bulvarı’na getirip bıraktın… Bu adam uçtu mu, yoksa ışınlandı mı, onu hiç anlatmamışsın…” diye dalga geçtiği, biçem ve yazın  konusuna hiç değinmeden, hemen göze batan yanlışları sıralayıp:
-“Madem ki konusu İstanbul’da geçen bir roman yazacaksın, önce bir zahmet et de semtlerin adını öğren be yavrum…” diyerek verdiği ilk yazarlık öğüdü hep aklındaydı…
İstanbul’u anlamak ve bir romanda anlatmak… Ne olduğu belirsiz bir yarı polis-yarı aşk romanında değil, gerçekten yaşayarak ve duyumsayarak anlatmak. Üniversiteye başladığı yılların Kuledibi’ni… Levantenlerin çoktan boşaltıp gittiği, onların yerini Anadolu’dan göçenlerin aldığı ve her gece karanlığında, bir adamın (ya da bir kadının) feryadının yankılanarak gecenin sessizliğini yırttığı sokakları… Sokağın kuleye bakan köşesinde lakerda ve kırmızı soğan satan yaşlı Ermeni’nin tezgahının hemen yanı başındaki meyhaneyi… Eşref Kolçak’ın geldiği o küçücük dükkanı mı anlatmalıydı?
Belki de, omuzlarına astıkları kutularda “Sütsal Dondurma” satan ve erimeden bir tane daha fazla dondurma satabilmek için sokakları arşınlamaktan, akşamları tabanları sızlayan oda arkadaşlarında söz edebilirdi. Hani şu yazın dondurma, kışın da kendi yaptıkları şam tatlısını satan, memlekette bıraktığı karısına, çocuklarına fazladan üç-beş kuruş gönderebilmek için çoğu kez kendileri aç gezen gurbetçileri…Sivaslı’yı, Erzincanlı’yı… Adları yok muydu onların, ne? Oda mı, yoksa büyükçe bir salon muydu yattıkları yer? Dört duvarına tam yirmi dört derme çatma tahta ranzanın çakılı olduğu ve herkese de iyi-kötü dolaşacak, soluk alacak  bir alan kaldığı yere oda denemezdi büyük olasılıkla… İstanbul’u anlatmaya o evden mi başlamalıydı? Asansör boşluğuyla helânın aynı kapının arasında olduğu , kasıkları yanmasa çişe kalkmayı daha da erteleyeceği uyku dolu gecelerde, helâya girmek için atılacak yanlış bir adımın insan iki kat boşluğa düşürüvereceği, sidiğin kararttığı taşlara baktığında ve duvarlara sinmiş amonyak kokusunu soluduğunda  midesi bulanıp kusacak gibi olduğu o ev iyi bir başlangıç olabilirdi yazacağı İstanbul romanına…
Alman Lisesi’nde okuyan çocukların, bahçenin bir köşesinde,  öğretmenlerinden gizli gizli oynadıkları bilyeler mazgal deliklerine kaçınca, ranzanın yanındaki camın dibine düşerdi. O, yattığı ranzanın yanındaki camın dibine düşen bilyeyi hiç görmez, düşerken çıkardığı o sesi duyardı yalnızca. Cama kim bilir kaç kış üst üste yapış yapış sıvanan ve artık kuruyarak sanki betonlaşmış olan çamur dışarısının görülmesini engellerdi. Cam hiç açılmazdı ki temizlensin… Hem, söz gelimi, temizlense de, O, yalnızca binanın hemen bitişiğinde yükselen istinat duvarından başka bir şey göremeyeceğini çok iyi biliyordu.
Oymalı kemerlerinden başka tarihsel bir değeri kalmamış ve şimdi yalnızca leş gibi rutubet kokan o izbe mekanla, buralarda bir zamanlar yaşadığını yalnızca romanlardan anımsadığı madamların, ya da matmazellerin soylu aşkları arasında nasıl bir bağlantı kurulabilirdi ki?
Bir ara, İstanbul’u görerek, yaşayarak ve duyumsayarak anlatacağı romanına fakültenin ilk yıllarından başlamaya karar verdi. Ama o her zaman rutubet kokan evde üzerine sinen o ağır küf kokusu duyumlasın diye, hep üç numaralı amfinin arka sıralarına kaçmanın ve yanına birinin oturacağı korkusuyla yaşamanın İstanbul’u anlatacak bir romana başlangıç olamayacağını düşünüp bundan da çabucak vazgeçti. İstanbul’u anlatacak bir roman yazmak için onu doya doya yaşamak gerektiğini artık öğrenmişti. Hani, öyle Beyoğlu’suyla, oradaki gece yaşamıyla, Boğaz’ıyla, Boğaz’da rakı-balık muhabbetiyle, tiyatrosu, operası, sinemasıyla İstanbul’u nefes nefes içine çekip yaşamak… Ne yazık ki, O, içinde bulunduğu koşullarda yazabileceği İstanbul romanının,yalnızca ya lise günlerinin zengin hülyalarını, ya da şimdi yaşadığı sefaleti anlatmaktan daha öteye gidemeyeceğini kavramıştı:
-“Atın kıçına yapışmış bir sinek gibi…” diye söylendi kendi kendine. “Zavallı hayvanın kuyruğunu sallayıp sallayıp bir türlü kurtulamadığı, yapışkan bir at sineği gibi yaşadığın İstanbul’u anlat gücün ve yüreğin yetiyorsa…”
Sonra salt kendisinin değil, taşradan kopup bu koca kente okumak, ya da çalışmak için gelen tüm insanların toplumsal dramını anlatmanın, konumuna daha uygun olacağına karar vermenin rahatlığı kapladı içini. Ama bunun için de önce sınıf bilincini çelikleştirmesi gerektiğini düşünüp, İstanbul romanı yazmayı bir başka bahara ertelemenin daha yerinde olacağı sonucuna vardı.
Sınıf bilincini, salt sosyoloji dersini dinleyerek, ya da kendisine salık verilen kitaplardan marksizmin diyalektiğini okuyup ezberleyerek değil, devrimci mücadelenin içinde pişerek, eylem içinde çelikleştirebileceğini söyleyenler, onun korkularla örülmüş bir dünya içinde yaşamaya çalıştığını biliyorlar mıydı?
-“Düzene göbek bağıyla bağlı olanların bu mücadelede yeri yok…” diyerek kendisini dışlayan fakültenin devrimci liderleri hiç kendi korkularıyla yüzleşmişler miydi şimdiye değin? Sosyalist, ya da komünist olmayı salt kanlı ihtilal girişimlerinden birine katılmış olmakla, işçi tulumuyla, nasırlı ellerle özdeşleştirenler, bu yaşlarına kadar, bir polisin hiç harama dokunmamış, çalışkan ve yiğit elleriyle kazandığı ekmeği kardeşleriyle bölüşmüşler miydi? Kendi korkularını bile özgürce yaşamaktan korkan birinin, salt kendi dünyasını aşmak için çabalayan bir polis çocuğunu örgüte almak istememelerini (daha ötesi, yaşanası tüm güzellikleri ve gençlik aşklarını bile küçük burjuva özentisi diye yasaklamalarını) eleştirmekten daha doğal ne olabilirdi ki? Dürüstçe eleştiri getirmenin düzene göbek bağıyla bağlı olmakla ilgisi var mıydı?  (İşte, İstanbul romanı yazma düşüncesini ertelemenin tutarlı bir nedeni daha…)
Yazmaya başlayıp başlamama kararsızlığıyla dolu o günlerde küçük bir haber düştü gazetelere…Sıradan ölüm haberlerinden çok farklı olmayan, “Genç Ozan Arkadaş’ın ölüsünün, Ankara’nın boş arsalarından birinde bulunduğu, ölüm nedeninin anlaşılamadığı…” gibilerinden küçük bir haber… Bir bahar sabahı, gün aydınlığa dönerken bulmuşlardı Arkadaş’ın ölüsünü. Kimileri “…faşistler dövdü.” derken, kimileri siyasalın yurdunu basan polislerden yediği dayağın ölümüne yol açtığını söylediler. Onu biraz daha yakından tanıyanlar, “cinsel tutsaklığının eli kanlı kaatili”ni suçladı. Ne olursa olsun, sonunda “faili meçhul” damgası vurularak kapatılacaktı dosyası ve salt anne sevgisi kalacaktı geriye:
-“Ölüm mü dedin annem/ ölüm senin gibi güzel annelerin/ senin gibi güzel çocuklar feda etmiş/ o tarih atlasında kırmızı gül olur ancak/ koksun diye çocukların bahçesi (Arkadaş Z.Özger’in anısına saygıyla…)
Günler sarmal bir yay gibi büküle büküle gidiyor ve yeni bir gün başlıyordu bir gün biterken… Kalanlar gidenlere el sallıyordu son vagon kayboluncaya dek…Gidenlerin gözleri yorgun bir hasret yolcusuydu artık, kalanlarınsa buğulu bir hüzün ve umut… Perde kapanmamış, ışıklar kararmıştı yalnızca. Sonra yeniden aydınlandı sahne. Bir melodinin bitişiydi öbürünün başladığı an ve aralar çok kısaydı, bestelerse çok farklı… Yaşam denilen şarkıydı bu.
(Yaşam ırmağından sonsuza akan ve her akışta yeniden canlanan bir başlangıçla güle güle…Güle güle babacığım, anneciğim, ablam, ağabeyim. Güle güle Arkadaş, Hoşça kal “Kardeşim Deniz”… Ya da merhaba hepinize…)
O, ölüm ve yaşam karşıtlığında, yaşamın mı yoksa ölümün mü kıyılarında gezindiğini ayırt edemediği, yelkovanla akrebin birbirini sessizce kovaladığı saatlerde (hani o tik taksız anlarda) dosyasından kendine yazdığı, “Canım oğlum!” diye başlayan mektubu çıkarıp bir kez daha okudu: (Oysa, bu mektubu gerçekten babasının kendisine yazmış olmasını çok isterdi. Ama O, oğlu üniversiteye başlamak için yuvadan kopup başka bir kente giden çocuğuna mutlaka böyle  bir mektup yazacaktı.)
 “Canım Oğlum!
Yaşamının bu en önemli dönüm noktasında ve sonsuza akan bir ırmağın başladığı yerde yol alıyorsun geleceğe ve artık ne esirgeyen biri var seni, ne de öğüt veren. Yüz yüzesin gerçekle ve soluğun sinmiş taşın alnına. Gözlerinin başladığı yerde bitmiş sonsuzluk ve iyice daralmış göğsünü saran çember. Akan bir ırmak gibisin çocuğum… Sana çok şeyler anlatmış dört nala geçen günler.
Seni aydınlık rüzgarlara sardık çocuğum. Gözlerini yorgun bir hasret yolcusu eyledik artık… Ve taşımıyor boşalan nehirler ağır ellerini. Yaşam cesur, kahraman ve aydınlık dizelerle besliyor çocuk yüreğini.
Geleceğe umutla koş… Sanrına şarkılar, hırsına marşlar yakışsın. Gelecek belirsiz, gelecek için ne söylenebilir ki? Belki her yanda acımasız bir ilkbahar sarmalayacak gövdeni… Ve artık yapabilecek tek şey kalacak: Yürümek, geleceğe umutla koşmak… Yurdunun uzaklarında ve kentinin köşe başlarında nöbetin olacak. Aydınlık yarınlara dönük, karanlıkları yırtmış bir ülkenin kurucusu olacaksın… Ve elbet bir gün kalbine de hükmedeceksin. Duygusal bir akıl alacak çocuk yüreğinin yerini. Baş kaldıracak tüm olumsuzluklara başın ve biçkin bir orak gibi yüreklenecek yüreğin. Akıtacaksın deliren sevdanı çözümsüzlüklere, köpürecek yaşamını besleyen su…
Ey benim onurlu, başı dik güçlü ve aydınlık yürekli çocuğum… Gün gelecek yüreğinin her parçasını bir dağ başına koyacaksın, bir köy yoluna, bir kent gökdelenine ve yücelteceksin yurdunu. Göğü kucaklayıp getireceksin bize… Gücünü aklından ve yüreğinden alacaksın… Kokma yürü!.. Sana umudu öğretmeyenleri ve sana güven duymayanları suçlamadan yürü… Sonra şöyle bir bak etrafına… Bak ki, yeryüzü ne kadar geniş, gökler ne kadar dar gelecek sana…
İşte yıllar yılları devirdi. Acımasızca geçti zaman. Islak ve yumuşacık bir çamura biçim verdi durmadan dönen çark. Şimdi yuvandan kopuyorsun çocuğum, kopup gidiyorsun. Rüzgarın önündeki yaprak gibi savrularak, akan bir ırmakta yuvarlanan pırıl pırıl taşlar gibi… Mutlu yarınlara, umutlu geleceklere doğru kopup gidiyorsun. Belki yüreğindeki tedirginlik, belki de yalnızlık korkusuyla. Ama güçlü, ama kararlı ve başı dik gidiyorsun çocuğum…
Oysa biz… Biz geride kalanlar. Belki de sana umudu öğretemeyenler, sana güven duymayanlar, ama yürekten senin yanında olanlar, seni aydınlık yarınlar için yetiştirdiğini düşünen bizler… Annen, baban, öğretmenlerin… Biz yorulmayacağız yüreğimizin kanını değiştirmekten. Yorulmayacağız her yıl yeniden başlayan çığırtkan bir şarkıyı söylemekten ve her yıl yeni şarkılar bestelemekten…
Git çocuğum, aydınlık yarınları ol yurdumun… Umudu ve güveni ol…
Güle güle!...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder