EN YETKİN DÜZEN ARAYIŞLARI

EN YETKİN DÜZENE ULAŞMA ÇABALARI :
   Özetle “Bir toplum içinde yaşayan insanların oluşturduğu tüm toplumsal kurumların uyumlu bir etkileşim içinde varlığını sürdürmesi” olarak tanımlanan “Toplumsal Düzen” olgusu, sosyolojik açıdan, en ileri biçimiyle devletin kurulmasıyla ve yaptığı yasalarla gerçek anlamını kazanır. Bu nedenle, hangi biçimde kurulmuş olursa olsun, her toplumsal düzen kedini koruyacak ve yaşatacak olan kuralları ve yasaları da birlikte getirir ve insanların bu kurallara uymasını ister. Çünkü, yasalar sisteminin, yani hukukun sağladığı toplumsal düzen, başka bir deyimle “hukuk düzeni”, insanlara barış, güvenlik, eşitlik ve özgürlük kazandırdığını varsaymaktadır. Öyleyse, bir toplumsal düzenin varlığının temel koşulu, bir yandan kendine özgü kural ve yasalara, bir yandan da insanların bu kural ve yasalara uyumunu sağlamak üzere zorlayıcı kurumlara sahip olmasıdır. Bu koşulları kendisinde gerçekleştiren organ da devlettir. Siyasetin ve siyasetle ilgili kurumların yapısını, işleyişini, öteki toplumsal kurumlarla etkileşimini araştırmak felsefenin değil, siyaset biliminin ve siyaset sosyolojisinin görevidir. Burada felsefenin asıl işlevi “Tüm insanlık için en yetkin bir toplumsal düzene ulaşılabilir mi?” sorusunu yanıtlamaktır. Siyaset felsefesinin bu temel sorusuna ilkçağlardan beri yanıt aranmış ve bazı düşünürler böyle bir düzenin var olamayacağını savunurken, bazıları da bu soruya olumlu yanıt verip, en yetkin siyasal düzenin koşullarını çeşitli biçimlerde ortaya koymaya çalışmışlardır. Örneğin, Platon, “Devlet” isimli eserinde, tek tek bireylerin değil, toplumun mutluluğunu amaç edinir ve böyle bir mutluluğun ancak en yetkin devlet biçiminde yakalanabileceğini söyler. İnsanların yetersizliği ve gereksinimlerini gidermek için başkalarına ihtiyaç duyması devleti doğuran asıl nedendir. Bu yüzden de, devlet, insanların birlikte yaşamalarını ve mutlu olmalarını sağlamak için vardır.
ÜTOPYALAR :


   Platon’un daha ilkçağda çizmeye çalıştığı ideal devlet modeli, özellikle 16. yüzyılda Thomas Morus’a esin kaynağı olur. Thomas Morus (1478-1535) Yunanca “olmayan yer” anlamına gelen “Utopia” isimli eserinde Platon gibi bir devlet modeli tasarlamasa da, çağının olumsuz toplumsal ve ekonomik koşullarını eleştirerek, insanların en mutlu ve huzurlu biçimde yaşadığı bir hayal ülkeyi anlatır.

   Thomas Morus, düşlerindeki toplumsal örgütlenmeyi ayrıntılarına kadar anlattığı eserini şu sözlerle bitirmektedir: “Raphael öyküsünü bitirince Utopialıların savaş sistemleri, dinleri, törenleri, yasaları, töreleri, daha birçok kurumları üstünde bir hayli düşündüm. Bunların çoğu olmayacak şeyler gibi göründü bana… Asıl beni şaşırtan da bu garip devletin parasız, pulsuz ortak yaşama düzeni oldu. Utopia devletinin birçok özelliklerini kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok dilektir bu…”

   Francis Bacon (1561-1626) Yeni Atlantis, Campanella (1568-1639) Güneş Ülkesi gibi eserlerinde en yetkin toplumsal düzenin koşullarını bir roman biçiminde dile getirirler.

   İstenen ve özlenen toplumsal düzenlerin anlatıldığı ütopya eserlerin yanı sıra, olumsuzu anlatarak korku yaratan eserlerin en önemlisi George Orwell’in (1903-1950) “Bin dokuz yüz seksen dört-1984” üdür. Berna Karaa, İSTEK Acıbadem Lisesi Felsefe Kulübü’nün yayınladığı Logos’un Mayıs 2000’de çıkan 3. sayısında eseri şöyle özetliyor: “Güçlü ve ürkütücü, pençeleri her yana uzanan, mutlak yetkilerle donatılmış canavar, anarşinin önüne dikilen tek engel. Mutlak otoriter devlet… Modern devleti Hobbes’un Leviathan’ından daha iyi anlatan bir simge var mı, diye düşünürken, birden karşımıza Orwell çıkıyor. Tüm umutlarını tüketmiş, bugünün dünyasında umut ile gerçeği birleştirmenin olanaksızlığını umutsuzluğun yengisiyle taçlandırmış Orwell… Her yönüyle kısırlaştırılmış insanın tüm yaşamını denetleyen, insanı bilinciyle olduğu kadar bilinçaltıyla da avuçlarının içine alan Büyük Birader, Hobbes’un canavarından daha ürkütücü biçimde canlanıp karşımıza dikilivermiş… O sizi her yerde gözetliyor… Onun için iktidar araç değil, amaçtır, acı çektirmektir, insanın kafasını parçalamak ve istenen biçimde yeniden bir araya getirmektir. Büyük Birader yalnızca kendisi için güç ister, onu başkalarının mutluluğu değil, yalnızca kendi mutlak iktidarı ilgilendirir. Savaşın barış, özgürlüğün kölelik, bilgisizliğin güç olduğunu belleklere çakarak geleceğin tek tip insanını, kotarıp sunduğu her haberi, her bilgiyi içgüdüsel olarak benimsemeye hazır insanı yaratmayı ister… Büyük Birader insanın geleceğini de ele geçirmiştir. Geleceği belli olmayan insanlar en yakınlarının belleklerinde belli belirsiz birkaç iz dışında hiçbir şey bırakmaksızın ortadan kaybolur. Onların hiç yaşamadıkları varsayılır, isimleri tüm kayıtlardan silinip buharlaştırılır, ama onlar yok olmaz. Çünkü, partinin amacı insanı yok etmek değil, değiştirmektir. Sonrakiler onların adını bile bilmezler, geçmişten olduğu gibi gelecekten de silinip giderler, onlardan geriye hiçbir şey kalmaz. Hiç yaşamamış gibi silinip giderler, ama parti yok etmez, insanın aklını ele geçirip değiştirir yalnızca, yeniden biçimlendirir.

   Winston, yok olmanın sınırında, aklını koruyarak insanlığını sürdürmeye çabalamaktadır. Günlüğünün sayfalarını bilinçsizce karalar durur. Yüzlerce kez yazdığı “Kahrolsun Büyük Birader!..” söylemiyle dolu günlük sayfalarını her seferinde yırtıp atarak günlük tutma girişimine son vermek ister. Ama bunu hiç yapmaz. Çünkü, içine düştüğü sarmalın, yuvarlanıp durduğu kısır döngünün içinde “kahrolsun…” yazmanın da, yazmamanın da farksız olduğunu düşünmektedir en azından… Düşünce polisinin eninde sonunda yakasına yapışacağının da bilincindedir. Tek sözcük yazmamış olsa bile yine de tüm suçları içine alan bir suç işlemiştir. “Düşünce suçu”dur o ve sonsuza kadar gizlenebilecek bir suç da değildir. Bir süre saklayabilirsiniz, ama yıllar sonra olsa bile eninde sonunda sizi yakalamalarını engelleyemezsiniz…”
ALEV ALATLI-SCHRODINGER7İN KEDİSİ (KÂBUS):
   Server Tanilli “Yaratıcı Aklın Sentezi-Felsefeye Giriş (Adam Yayınları İst. 1997)” isimli eserinde, ütopyaları “cennet yaratmak isterken cehenneme yol açmak”la suçlayanlara şöyle diyor: “Ütopyacı, içinde yaşadığı toplumu beğenmiyor ve ona sırtını çeviriyorsa, alışılmış değer yargılarından, yerleşmiş ve kalıplaşmış davranış biçimlerinden toplumu kurtarmak, ona yepyeni bir biçim vermek içindir bu. Neden kötü olsun böylesi bir yaklaşım? Ütopyacı, alışkanlıklara ve boş inançlara çarptıkları için hep tehdit edilen yeni düşünceleri denemek amacıyla bir tür öncü laboratuar kurmak ister. Pencereleri yeniye açma neden güzel olmasın? Tanilli, aynı eserde, gelecek adına bir şeyler öneren bir düşünce çabası olarak gördüğü ütopyaların Doğu toplumlarında görünmediğini de belirterek şöyle tamamlıyor sözlerini: “Gerçi orada da yaşadığı zamanı eleştirenler oldu. Ama bu eleştiriler, geçmişin iyi zamanlarına dönülmesini düşleyip savundu. Özetle, Doğunun ütopyaları olmadı. Üzerinde durulması gereken konudur bu…”

   İşte Alev Alatlı böyle bir eksikliği giderip, Türk düşünce dünyasına türünün belki de ilk örneği olan eserini armağan ediyor. Doğu düşünce dünyasının ilk ütopya türü eseri diyoruz. Kuşkusuz bu konuda Farabi’nin (870-950) “El Medinetü’l Fâzıla (Erdemli Kent)” isimli eserinin Doğu dünyasında ilk ütopya türü eser olduğunu söyleyenler de çıkacaktır. Oysa, Farabi’nin eseri Platon’un “Devlet”inin uyarlamasından başka bir şey değildir. Platon’un devlet modelinden esinlenerek, en yetkin devleti tüm insanlığı kuşatan bir dünya devleti olarak gören ve böyle bir devleti erdem üzerinde kuran Farabi, sonuçta insanı mutluluğa ulaştırmak için kurulan her kenti erdemli kent sayarak, erdemli kentten erdemli topluma ve oradan da erdemli bir dünya devletine ulaşır.

   Alev Alatlı ise yarattığı korku ütopyasında postmodernizmin “Yeni Dünya Düzeni”ni ve bu düzende Türkiye’nin yerini sorguluyor.

   Marx ve Engels Komünist Parti manifestosunun 1872 Avrupa baskısında, kapitalizmin 19. yüzyılda kendi düşmanını karşısında bulduğunu yazıyor. “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizmin hayaleti… Esti Avrupa’nın tüm güçleri bu hayaleti defetmek için işbirliğine girerek bir kutsal ittifak oluşturdu. Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleriyle Alman polis ajanları…”

   1980’lerin başlarında Avrupa’da ikinci bir hayalet dolaşmaya başladı: Postmodernizm… Ama bu hayalet birincisi gibi ürkütücü ve zebani kılıklı değil. Sevimli, yaramaz, ele avuca sığmaz bir şey… Ne Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için kutsal ittifak içine girdiler, ne papayla yeni çarların, Alman polis ajanlarının işbirliği gerekti… Amerikan üniversitelerinden, Avrupa başkentlerinden, kültür çevrelerinden para ve güç desteği bile vardı arkasında… (Bir Özgürlük Yanılsatması: Postmodernizm”- A. Alper Akçam- Çınarlı Kentin Dili; Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yayınları- İst.2002)

   Ticaretin ve endüstrinin gelişmesine koşut olarak palazlanan burjuva sınıfının, dağınık feodal egemenliklerin yerine koyduğu “ulus-devlet” anlayışı, çağın koşullarına uygun ve akılcı bir toplumsal örgütlenmedir. Feodal bağımlılıktan kurtulup özgürlüğe açılan kapıdan geçerek özgür işgücü durumuna gelir insan… Kral-derebeyi-kilise egemenliğine karşı iktidar savaşımı sürdüren devrimci burjuvanın yarattığı bir gelişimdir modern devlet. Aydınlanma geleneği, akılcılık, bilimcilik gibi kavramlarla birlikte aklımıza gelen “ulus-devlet”, sahip olduğu ezici güç karşısında bireyi ve kamusal alanı korumayı amaçlayan denge girişimlerine karşın, en üstün denetim gücü ve bir-örnekleştirici mutlak otorite olarak varlığını korur. Batı Avrupa burjuvazisinin 18. yüzyıldaki devrimci kimliğinin ürünü olan ulus-devlet anlayışı, kapitalizmin gelişmesi ve emperyalizme dönüşmesi sürecinde ortaya çıkan küreselleşme girişimiyle birlikte, yeni bir kimlik kazanma kaygısına düşer. Günümüz dünyasında artık ulus-devletin sınırları aşılmış, kapitalist birliklerin denetimi altında, Batı kültürünün bir dünya kültürü haline getirilmesi çabaları yoğunluk kazanmıştır.

   19. yüzyıl kapitalizmi, gelişmiş Batılı ülkelerle özdeşleşmiş merkezi ve otoriter bir devlet yapısı, pozitivist akıl, ulusal kültür, tarih ve dil anlayışıyla modernizmin kimliğini oluşturmuştur. Sermayenin küreselleşmesi sürecine koşut olarak, böyle bir kimliğin karşısına, toplumsal ve kültürel çoğulculuğu, köktenci bir demokrasi anlayışına eşlik eden yerel yönetim anlayışını, bilimin ve teknolojinin baş döndürücü gelişimini kuşku ve korkuyla karşılamayı, bilimsel yasaların kesinliği ilkesinden belirsizliğe ve göreceliğe geçişi simgeleyen postmodern kimlik yerleştirilir.

   Yeni süreç, yani postmodernizm kimilerine göre özgürlüktür, tüm iktidarlara başkaldırır. Kimilerine göre, birey olmayı başarmış insanın devrimci ruhudur, aykırılığı ve karşı duruşu simgeler. Kimilerine göre de, toplumla ilgili tüm sorumluluklardan kurtulup dilediğince yaşayabilmektir. Nasıl nitelenirse nitelensin, postmodernizm, özde, sermayenin küreselleşmesinin insan üzerinde yarattığı olumsuzlukları öne çıkaran bir anlayış oluşturma çabası içinde, çoğunlukla kapitalizme yönelik bir eleştiri gibi görünse de, emperyalist sömürünün özünü görmezlikten gelerek, uzantılarıyla uğraşır. Derin bir kuşku ve belirsizlik içine düşen insan, bağlı olduğu kültürün ve değerlerin tek tek çözülüp parçalanması sürecinde, tüm iktidarlara ve çoğu kez olumsuzlukların kaynağı olarak gördüğü baskıcı devlete karşı çıkma adına, kapitalizmin sömürgeciliğe dönüşen yapısı görmezlikten gelindiği için, yoğun bir umutsuzluğa açılır.

   İşte bu noktada Alev Alatlı, birincisi bir korku ütopyası kurgulayan “Schrodinger’in Kedisi (Kâbus)” isimli eseriyle postmodernizmin “Yeni Dünya Düzeni”ni ve bu düzende Türkiye’ni yerini sorgulamaya girişiyor. Ardından da ütopyanın ikinci kitabı “Rüya” ile yeni fiziğin kesinliği ve olanaksızlığı yadsıyan düşünme dizgesi içinde, umutsuzluğu umuda dönüştüren yeni bir toplum yapısını sunuyor.

   “Yeni Dünya Düzeni”nin zirvesinde Yüce Pir yıldızı… Sonsuz gücü, merhameti, iyiliği, sevecenliği ve ışığıyla insanlara postmodernizmin maddesel ve tinsel refahının yollarını açan Yüce Pir, yani uluslar arası sermaye ve onun en güçlü simgesi ABD… Bir yandan da İmre Kadızade, bir cinayet sanığı, nihilist psikolog… Uluslarası Af Örgütü tarafından “kendisine bir dünya kurma becerisinden yoksun bırakmak suretiyle, yeğeni Devrim Kuran’ın ölümüne yardımcı olmak”la suçlanmış. Örgütün yargıçları yetersizlik kararı alınca davayı ”Dünya Anti-Nihilist Sivil Toplum Örgütleri Birliği”ne devretmiş… Kadızade’nin “yeniden arınma” başvurusu kabul edilerek, “İnsan Haklarını Sistematik Olarak İhlal Edenleri Dönüştürme Programı”na alınmış.

   Bilgi sistemini kitaplarla dolu kütüphanelerden CD’lere ve internete kaydıran postmodernist açılım, bu gelişmeyi her türlü bilgiye ulaşmada kolaylık olarak sunuyor insana ve bilgi çağının ancak internetle yakalanabileceği düşüncesini yaygınlaştırıyor. Bilgiye ulaşmanın ve bilginin dolaşımının kolaylaşmasıyla, dünya “evrensel bir köy”e dönüşecektir. Öyle bir izlenim yaratılmıştır ki, bilgi sanki tüm insanlığın yararına sunulmuştur ve herkes bu zenginlikten payını almaktadır. Oysa, egemen yapının internette sunduğu bilgi, Yüce Pir’in “gelişmemiş ülkeler için yeterli gördüğü bilgi”dir. Waldorf Astoria Oteli’nin o gece müşterilerine hangi yemekleri sunduğunu öğrenebilirsiniz, ama gerçek bilgiye hiçbir zaman ulaşamazsınız.

   Alatlı, birinci kitabında parçalanmış ve “Yeni Dünya Düzeni”yle bütünleşme sürecinde bir Türkiye modeli çiziyor. Çok kısa bir süre içinde, bir yaşam boyuna sığacak kadar kısa bir süre içinde farklı inançları ve farklı dünya görüşlerini yaşamış olan toplum, bu kadar kısa sürede gerçekleşen hızlı değişimlerin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak “Afazi”yi yaşamakta… Afazi, hasta için dışarıdan izlenebilen konuşma bozukluğunun çok ötesinde büyük bir konfüzyonel boşluğu anlatıyor. Beyin hastalığı sonucu sözlü ve yazılı iletişim işlevlerinde ortaya çıkan kayıpların saptanması klinik afazi tanısının özünü oluşturmakta… Afazik kişi, konuşma ve anlama bozukluğunun ortaya çıkmasına neden olan büyük karmaşayı yaşayan kişidir. Bu karmaşa her şeyi planlayıp, hazırlayıp, yalnızca söyleyememekten, her türlü sesi algılayıp sadece anlayamamaktan ibaret değildir. Yani afazi yalnızca bir kodlama sorunu değil, bundan öte, kodları düşünememe sorunudur. Çevreden gelen sesli ve yazılı uyaranların bireyde hiçbir izlenim uyandırmadığı bir boşluk ve silinmişliktir.

   Ülke önce 1950’lerde bir köyden kente göç olgusu yaşamıştır. Kadızadeleri Çankırı’nın Çerkeş ilçesinin Körkuyu köyünden alıp büyük kente getiren göç olgusu ve kırsal kesimde yaşananlar… Kadınları akılca ve dince eksik olarak gören, gökteki yıldızların iblisi taşlamak için yaratıldığını düşünen insanlar. Kente göçle birlikte darmadağın olan değerlerin dünyası ve insanların içine düştüğü şaşkınlık. Sonra yeni eğitim sisteminin, kırsal kesim insanının tümüyle dinsel temeller üzerine kurulmuş olan dünya görüşünü kökünden sökmesi ve insanı hiçe indirgeyen, “Allah’ın kulu” olarak bile bir işe yaramadığı düşüncesine sürükleyen yapısı. her şeyin yeni baştan sorgulanması ve ardından yetişen sosyalist düşünce, ateizmle kol kola giden bir sosyalist düşünce aşaması. Bu kez insanlar “Tanrı” kavramından bile vazgeçecek duruma gelirler. Derken… 80’li yıllar ve serbest piyasa ekonomisinin, köşeyi dönme felsefelerinin, kirli paranın hiç de korkulacak bir şey olmadığı düşüncesinin kafalara yerleşmesi… Ardından tek kutuplu dünya, yeni dünya düzeni, “ulus-devlet” ilkesinin rafa kaldırılması ve küreselleşen dünyada ulusçu düşüncelere yer olmadığı anlayışları… Böylesine hızlı değişim ve dönüşümün zorunlu sonucu olarak da “Toplumsal Afazi”…Türkiye’nin böyle bir beyin hastalığı geçirmesi için de kafasına taş düşmesi gerekmiyor ve ülke bu hızlı değişimi aynı canlılıkta yaşamayı sürdürüyor. Sonuçta, Türk insanı söylenenleri söylendiği biçimde anlamadığı gibi, istediğini de istediği biçimde söyleme yeteneğini yitirmiş…

   Demokritosçu anlayışın uzantısı olarak zorunluluğa dayanan Newtoncu fiziğin ve pozitivizmin sorgulanması, gözlem ve deney sonucu elde edilen bilgilerin, ya da bilimsel kuramların kuşkuyla karşılanması postmodernist bilim anlayışının belirleyici özelliğidir. Bu bilim anlayışı bilimsel kesinliği sorgular. Heisenberg’in kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemezliğinin matematik formunda kanıtlanması, Schrodinger’in deneyinde kedinin yaşayıp yaşamadığını rastlantıların belirlediğini ortaya koyması, belirsizliğin ve rastlantıların ağırlık kazandığı yeni fizik anlayışına yönelişin ana nedeni olur. Bu gelişme, “Bir şey ya A’dır, ya değildir” ilkesine dayanan Aristo mantığıyla insanlığın vedalaşması, yerine “Bir şey hem A, hem de B olabilir” ilkesinin konmasıdır. Klasik fiziğin yapay bir dünyası var. Fizik doğrusal sistemleri çözüyor, ama gerçek dünyada doğrusal sistem yok. Şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın, diye kesin bir şey söyleyemiyoruz. Gerçek dünya doğrusal değil. Doğrusal olmayan sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişiklik beklenmedik sonuçlar doğurabiliyor. Bu gerçeği ilk kez Buda görmüştür. Aristo’dan iki yüz yıl önce sözcüklerin ak-kara dünyasını deler Buda… Dili bir perde gibi düşünürsen, “gök mavidir” tümcesinin göğün rengarenk olan aslını örttüğünü görürsün. Buda salt görünenle yetinmeyip, dilin ve görünüşün arkasına geçmeye çalışarak bu perdeyi açar, arkasındaki dünyanın çelişkilerle dolu olduğunu görür. Hem mavi, hem de mavi olmayan gökyüzü gibi… Olasılıktan rahatsız olan Einstein dindar bir insandır. “Tanrı zar atmaz” derken onu söylüyor. Matematiğin dünyası tanımladığın dünyaya uymaz. Matematik dünyası sahici dünyadan farklıdır. Birisi yapay, öteki gerçek. Biri cetvelle çizilmiş gibi düzgün, diğeri dağınık, puslu… Bu yüzden Einstein “Matematik yasaları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar…” diyor. Burada gerçek diye nitelenen somut nesnelerin, fiziksel gerçekliğin dünyası… Alev Alatlı, bunu en çok Türk insanının anlaması gerek, diyor. Çünkü, ona göre, Türk insanının dağarcığında tasavvuf felsefesi var, Nasreddin Hoca var. Tasavvuf Türk insanına iyinin de kötünün de aynı şeyin iki yüzü olduğunu, kimi zaman iyinin kötü, kötünün de iyi olabileceğini öğretmiş. Türk insanı Nasreddin Hoca’nın “sen haklısın, sen haklısın, sen de haklısın…” kültürünü de özümlemiş. Artık insanın ne tam iyi, ne de tam kötü olamayacağını biliyor. Bu bilgiyi ekonomik sistemlere, yönetim biçimlerine uyarlaması o kadar zor değil. Yeni Dünya Düzeni’nin “Tekleşmiş Varoluş, Tekleşmiş Dünya” düşüncesine dayanan öğretilerinin kurtuluşu tek bir bilinç ve herkesin tek bir ben’den ibaret olduğu dayatmasına boyun eğmiş olan İmre Kadızade, modernizmin artığı yerel duyarlılıklardan kurtulma talebini yineler ve benliğini “Bir dünya, bir devlet, bir bayrak “ ilkesine adarken, bir kurtuluş yolu da açılır karşısına. Mucizeler diyarına giden yol, insanların gerçekliklerinin çevresine göre değiştiği , kuantum fiziğiyle tasavvufu bağdaştıran düşünce değişikliğinin açtığı kurtuluş yolu…
Feridun ORHUNBİLGE
Emekli Felsefe Öğretmeni

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder