DOĞRU BİLGİNİN OLANAĞI (1)
“Akıl yalım gibidir, canlı kalmak için kendi özünü yer.
Akıl durmadan daha çok akıl ister; tükenmek nedir bilmeyen
bir çabayla sınırlarını genişletmeden edemez. Sınırları genişle
dikçe de akıl-olmayanla sınırdaşlığı genişler…”
Nermi UYGUR- “Yaşama Felsefesi”nden
Bilgi kuramının ana tartışma konusu olan “insanın elindeki olanaklarla doğru bilgiye ulaşıp ulaşamayacağı” sorusuna olumlu yanıt veren ve doğru bilginin hangi kaynaktan geldiğini belirlemeye çalışan düşüncelerin sistemli bir biçim alması Antik Yunan düşünce çağına ve özellikle Platon’a geri götürülebilir. Bilgi konusuna bölük pörçük yaklaşımlar ilk kez doğa filozoflarında görülmekle birlikte, Platon ilk kez bilgi konusunu başlı başına bir felsefe sorunu olarak ele alıp tartışmaya açar. Zaten, felsefenin bilgi, varlık, ahlâk, estetik, politika gibi temel konularına belirli bir görüş çerçevesinde yanıt arama çabası olan sistemli felsefe çalışmalarını ilk başlatan da Platon’dur.
Doğru bilginin kaynağını akıl, duyum ve deney, algı, sezgi gibi farklı bireysel yeteneklere bağlayan, yada doğru bilginin ölçütünü olgularla uygunluğa, pratik yarara indirgeyen farklı bilgi anlayışları, epistemolojinin (bilgi kuramı) günümüze kadar uzanan gelişme çizgisinde zenginleşerek gerçek anlamına kavuşur.
A.) AKILCI BİLGİ ANLAYIŞI (RASYONALİZM)
1.) İLKÇAĞ RASYONALİSTLERİ : Doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu savunan rasyonalist düşünce ilkçağda Sokrates’le başlar ve Platon’la sistemli bir biçim kazanır. Aklın doğru bilgiyi kazanabilecek tek yetenek olduğu ve doğru bilgiyi insanın zaten doğuştan akılda getirdiğini savunan ilkçağın rasyonalist düşünürlerine karşı, yeniçağ rasyonalistleri aklı doğru bilginin deposu olarak görme anlayışını terk ederek, bizi doğru bilgiye götüren yetenek olarak aklın doğru kullanılması halinde doğru bilginin kazanılabileceğini söyleyeceklerdir.
SOKRATES (İÖ.469-399) evrenin nasıl var olduğu, temel ilkesinin ne olduğu gibi fiziksel düşüncelerle hiç ilgilenmez. Doğayla ilgilenmek Tanrıların işine karışmaktır. Tanrılar eğer isteselerdi, gizledikleri bilgileri insanlara verirlerdi. O, Delphoi tapınağında yazan “kendini tanı…” öğüdünü kabullenmiştir. (“La Philosophia Grecque” –Charles Werner-Paris 1983,Payot) Tapınağın rahibi de tanrıların Sokrates’ten daha bilgili kimse olmadığını söylediğine tanıklık etmektedir. Sokrates rahibin sözlerinin doğruluğunu araştırır. Bilgili sandığı birçok kişiye gider, sonunda en bilgili insanın yine kendisi olduğuna karar verir. Çünkü onlar, her şeyi bildiklerini ileri sürüyorlar. Oysa hiçbir şey bildikleri yok.Ama kendisi hiçbir şeyi bilmediğini bilmekle diğerlerinden daha fazla bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Gerçek bilge yalnızca Tanrıdır ve ona kimin gerçekten bilgili olduğunu gösterme görevi vermiştir. (“Devlet”-Platon-Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M.Ali Cimcoz-Remzi Kitabevi İst. 1962)
Sokrates’e göre, varlıklar maddeseldir, fakat evrensel ruh aracılığıyla bir araya gelirler ve uyum sağlarlar. Bireysel ruh nasıl insanı yönetiyorsa, evrensel ruh da öylece evreni yönetir. İnsan ruhuyla evrensel ruh arasında sezgi aracılığıyla ilişki kurulabilir. (Charles Werner-A.g.y) Sokrates’in evrensel ruh dediği tanrısal akıldır ve doğru bilgi de böyle bir evrensel ruhu, yani tanrısal aklı tanımaktır. İnsan aklı evrensel akılla ilişki içinde olduğuna göre, “kendini tanımak” aklın derinliklerine inmek, evrensel ruhla özdeşleşmek, yani bilim yapmaktır.Gerçeği arayan, doğru bilgiye ulaşan tek varlık evrensel akıldır ve bu akıl bedenden bağımsız yaşarken evreni tanımıştır ve şimdi onu hatırlamaya çalışmaktadır. Aramak, bulmak, bilim yapmak ise hatırlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir.Salt doğru vardır. İnsan bu tümel salt doğruyu öğrenebilir. Bilgi, duyu bilgisi olarak, kişiden kişiye farklı biçimlerde karşımıza çıksa bile insan aklının evrensel akıla yaklaşmasıyla sağlam ve herkes için geçerli bilgilere ulaşılabilir. Bu da episteme, yani aklın bilgisidir. Sokrates’in amacı duyumlarla elde edilen tek tek tasarımların değil, genel kavramların bilgisine ulaşmaktır. Çünkü, kavramlar nesnenin özünü bildirir. Onun aradığı doğruluk, erdem, adalet, iyi hep kavramsaldır. Bu kavramların bilgisi zaten insanın ruhunda vardır. Sokrates’in annesi ebe. Sokrates de “ben bir ebeyim” diyor, ama çocuk değil, fikir doğurtan bir ebe. Bunun için de, bireysel aklın evrensel akılla ilişkisinden ötürü, insanın doğuştan kazandığı bilgiyi hatırlaması gerekir. Bu hatırlamanın yöntemi diyalog/karşılıklı konuşmadır. Sokrates diyaloglarında, önce sofistlerin daha çok inandırma sanatına ve söz ustalığına dayanan ve onun yüzeysel diye nitelediği bilgilerle alay eder (Ironi). Sonra da ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri uyandırmaya çalışır (maiotique). Sokrates’in düşüncelerini hep öğrencisi Platon’un eserlerinden öğreniyoruz. Sokrates hiç eser yazmamış, hep gençlerle konuşmuş, tartışmış. Ama tartışmalarının hiçbiri olgusal içerikli değil, hep kavramsal olduğu için bu tartışmaya en uygun yöntem olan karşılıklı konuşmayı kullanıyor. Böyle bir tartışmanın konusu da olgusal değil, yalnızca mantıksal olacak ve mantık kurallarını, dil bilgisini en iyi biçimde kullanan kişi kendi görüşünü karşısındakine kabul ettirecektir.
PLATON' un (İÖ.427-347) eserlerini okuduğumuzda hep Sokrates’le karşılaşırız, ama, eserlerinde dile getirilen görüşlerin ne kadarı Sokrates’in, ne kadarı Platon’un pek belirli değil… İdea öğretisini oluşturmaya çalışırken de Platon’un pek çok görüşü kaynaştırdığını görüyoruz. Özellikle de, Sokrates’in aracılığıyla, çağının dinsel anlayışını biçimlendiren Orpheusçu öğelerden etkilendiği anlaşılıyor. Platon’un düşünce sisteminde önemli bir yer tutan, ruhun ölümsüzlüğü, duyular dünyasının dışında bir dünyanın varlığını kabullenme, akılla gizemciliğin kaynaşması anlayışlarında bu etkiler belirginlik kazanıyor. Üstelik, Platon bu etkilere Parmenides’in “Bir Varlık” anlayışından da çizgiler katmış. Parmenides’in, asıl gerçeğin hiç değişmediği ve bizim değişme gibi gördüklerimizin, aslında bir yanılgıdan başka bir şey olmayacağı anlayışı, Platon’u idea öğretisine götürüyor. Öte yandan, Herakleitos’un , evrendeki her şeyde sürekli bir oluş ve değişmenin varlığını, nesnel dünyada değişmenin, değişmeyen tek şey olduğunu savunan düşünceleri, Platon’un duyular dünyasının gerçekliğini yadsımasına yol açıyor. Böylece, Platon’un değişmeyen tek gerçeği, aklın ürünü olan idealar dünyasında araması da doğallık kazanıyor. Tüm bu etkenler , Platon’u asıl gerçeği ve doğru bilgiyi nesnel dünyada değil, salt akılda tasarlanan idealar dünyasında aramaya götürüyor olmalı…
Platon birbirinden özce ve nitelikçe farklı iki dünyanın varlığından söz ediyor. Bunlardan biri, içinde yaşadığımız ve duyu organlarımızla kavradığımız nesnelerin dünyası, ki Platon buna “duyular dünyası” diyor. Bunun yanında, bir de aklın ürünü olan, salt aklın yarattığı kavramların dünyası var, yani Platon’un deyişiyle “idealar dünyası”… Bu iki farklı dünya tasarımı, aynı zamanda, bir “görünüş” ile “gerçek” ayırımıdır. Çünkü, asıl gerçek idealar, yani kavramlardır. Nesneler ise, kendi ideasının gölgesinden, silik bir kopyasından başka bir şey değildir. Nesneler gelip geçicidir, değişir, hatta yok olup gider. Oysa kavramlar her zaman kendisinin aynıdır ve hiç değişmez. Örneğin, bir masa yanar, kırılır, yok olur. Ama, insanın aklındaki masa kavramı her zaman var olacak ve hiç değişmeyecektir. Öyleyse, asıl gerçek, yok olup gidebilecek olan masa nesnesi değil, insanın aklındaki masa kavramıdır.
Asıl gerçeğin, yani zihindeki kavramların, yada Platon’un deyişiyle idealar dünyasının bilgisi doğru bilgidir (Episteme). İnsan bu bilgiyi akılla kavrar. Duyular dünyasındaki nesnelerin bilgisi ise değişkendir, yanıltıcıdır (Doxa). Platon ideaların doğru bilgisine akılla ulaşabileceğimizi kanıtlamaya çalışırken, ruhun ölmezliği ilkesinden destek aramaktadır. Ona göre, ruh ölümsüzdür ve birçok kez, kendi dünyasından kalkıp yeryüzüne, duyular dünyasına inmiştir. Yani ölümsüz ruh, hem kendi dünyası olan idealar dünyasında, hem de bu dünyada var olan her şeyi görmüştür. Duyularla kavradığımız doğa dünyasında her şey birbiriyle bağlantılı olduğundan, ruh, bunlardan birini gördüğünde, sürekli bir araştırmayla ötekilerini de bulur ve anımsar. Yani, ruhta gerçekleşen doğru tasarımlar, önce bilinçsizken, sonra uygun sorular sorarak ve araştırma yaparak aydınlık bilgi haline gelirler. Öyleyse, öğrenmek demek, ruhun önceden bildiği bilgileri anımsamak demektir. (Anamnesis)
Platon’un kendi okulunun, Akademia’nın kapısına “Geometri bilmeyen içeri girmesin” yazısını yazdırması hiç de boşuna değil. Çünkü, o, idealar öğretisini oluştururken, kendisine örnek olarak matematiği alıyor. Sözgelimi, üçgen kavramını düşündüğümüzde, aklımızda, hangi türden olursa olsun bir üçgen belirecektir. Çünkü, ister ikizkenar, ister dik açılı üçgen olsun, her üçgen, zihnimizdeki üçgen kavramına uygun olmak zorundadır. Çünkü, insan aklı, kendi ürünü olan üçgen kavramını böyle biçimlendirmiş ve tanımlamıştır. Aynı şey tüm geometrik şekiller ve hatta tüm matematiksel kavramlar için de geçerlidir. Peki, ama, “güzellik”, “adalet”, “aşk” gibi kavramlarla ilgili olarak aynı şeyleri söyleyebilecek miyiz? Bu kavramlara ilişkin olarak, tüm insanların zihninde, bir üçgende, ya da dairede olduğu gibi ortak bir tasarım belirecek midir? İşte, Platon’un içine düştüğü açmazlardan biri de bu ve Platon birçok eserinde Sokrates’i sofistlerle tartıştırarak, buna benzer kavramların ortak tanımına ulaşmaya çalışıyor. Bir açıdan, Sokrates’in bir sonuca ulaştıramadığı böylesine soyut kavramları tanımlama çabasına girişip, bir filozof sorumluluğunu taşıdığını ve herkesin kendince farklı anlamlar yüklediği bu kavramlara, tüm insanların zihninde ortak olarak var olduğuna inandığı idealara uygun bir anlam kazandırma çabasına girdiğini gösteriyor. Bu tavır, aynı zamanda, sofistlerin ve septiklerin yaygınlaştırmaya çalıştığı kuşkuların giderilmesinin ve doğruluğundan kimsenin kuşku duyamayacağı bilginin varlığını ortaya koymanın da yoludur.
ARİSTOTELES (İÖ. 384-322) Platon’un felsefeye ve matematiğe verdiği öneme karşılık, doğa bilimlerine yönelir ve doğa bilimleriyle de yetinmeyip, doğru düşünmenin temel ilkelerini araştırır. Bu araştırmalar Aristo’yu mantık biliminin kurucusu yapar. Bir yandan da tüm Yunan düşünce yaşamını, özellikle de doğa filozoflarını yeniden gözden geçirmektedir. Aristo hangi konuyu ele alacaksa, önce o konuyla ilgili yoğun bir araştırma yapar, daha önce o konu üzerinde söylenmiş olanları inceler, eleştirir, ardından da kendi görüşlerini dile getirir. Eserlerinin her biri başlı başına belirli bir konuya ayrılmış ve Platon’daki şiirsellik onun eserlerinde yok, hatta okuyucuyu sıkan bir biçemi var. Ama tüm eserlerinde yoğun bir araştırmanın izleri ve bilimsellik göze çarpıyor. (“Felsefe Tarihi”-Prof. Macit Gökberk- Bilgi Yayınevi-İst.1974)
Aristo, Platon’un kapılıp gittiği, zihinsel kavramları gerçek sayan anlayıştan kendisini kurtarmış, yüzünü nesneler dünyasına çevirmiş ve asıl gerçeği doğrudan nesnenin kendisinde aramaktadır. Bu arayış, onu öncelikle Platon’un idealar öğretisini eleştirmeye götürür. Salt eleştirmekle de kalmayıp, onun birbirinden taban tabana farklı iki evren anlayışına kesinlikle karşı çıkar. Nesneler olmadan nesnelerin kavramlarının kazanılamayacağını görüp, nesneyle kavramın birbirinden ayrılamayacağını ve duyular dünyasından ayrı bir kavramlar dünyasının tasarlanamayacağını savunur. Bu yüzden de, Platon’u, kavramların dünyasını nesnelerin dünyasından koparıp ayırmakla suçlar. Artık bu iki dünyayı birleştirmenin zamanı gelmiştir ve Aristo’nun temel amacı bunu gerçekleştirmektir. Nesne ile kavramı arasında öylesine bir bağlantı kurulmalıdır ki, biz nesneyi onun kavramsal bilgisiyle açıklayabilelim. Yani, tek tek nesnelerin gözlemlenmesiyle, önce o nesneye ilişkin temel niteliği belirleyelim, sonra da bu niteliği o kavramın ana belirleyicisi sayıp tümel bir tanıma ulaşalım. Bundan sonra yapacağımız iş, bu tümel tanımdan başlayarak, doğru bir akıl yürütmeyle, tek tek nesnelerin bizi yanıltmayan doğru bilgisine ulaşmaktır. Örneğin, önce metalleri incelersek, demirin, bakırın vb. ısı karşısında genleştiğini görürüz. Öyleyse, ısı karşısında genleşme tüm metallere ilişkin temel nitelik ve metalin özüdür. Biz bunu “Tüm metaller ısı karşısında genleşir” önermesiyle dile getiririz. Sonra bu tümel ilkeden yola çıkarak, kurallarına uygun bir akıl yürütme yoluyla demirin, bakırın, çinkonun… bir metal olduğunu ve onların da ısı karşısında genleşeceği kesin bilgisine ulaşırız.
Böyle bir çalışma yöntemi Aristo’yu yeni bir bilime, kendisinden önce bu konuda kimsenin tek söz etmediği mantık bilimine götürüyor. Aristo, kurduğu bilime de “Organon-Araç” adını veriyor. Çünkü, o, mantığı insanı doğru düşünmeye, doğru akıl yürütmeler yapmaya götüren kural ve ilkeleri bildiren bir araç olarak görmektedir. Bu araç, aynı zamanda, bilimsel bilgiye kendi yöntemini de kazandırmaktadır. Bu yüzden de Aristo mantığı bilimlere giriş ve hazırlık niteliğindedir. Bilim tek tek nesneleri gözlemleyerek onların ortak niteliğini kavrayacak ve bir kavrama ulaşacaktır. Yani kavramlar (Platon’da idealar), Aristo’ya göre tek tek nesnelerin özü ve doğru bilginin de temelidir, genel kavrama ulaşıldığında da, ondan tek tek nesnelerin doğru bilgisi çıkarılacaktır. Bilgi önermelerle kurulur. Önerme de ister doğru, ister yanlış olsun, bir yargının dile getirilmesidir. Örneğin, “Bütün insanlar ölümlüdür” tümcesi yargı bildiren bir önermedir ve bir özneyle yüklemden kurulur. Özneyle yüklem arasındaki ilişkide bir bağ ekiyle kabul yada reddedilir. “İnsan dört ayaklı değildir” önermesinde özneyle yüklem arasındaki ilişki reddedilmiştir.
Aristo buradan “kategoriler”e, yani var-olan üzerine deyişlerin ana biçimlerine ulaşır. Var-olanın temel nitelikleri olan töz, nitelik, bağıntı, yer, zaman gibi deyişler, o nesne için söylenebilecek tüm özellikleri de kapsar. Bunlar aynı zamanda düşüncenin de formlarıdır, çünkü, düşüncenin sözle dışa vurulmuş biçimidir. Örneğin, “Bütün insanlar ölümlüdür” önermesinde tek tek tüm insanlara ölümlülük niteliği yükleyen bir deyiş (kategori) dile getirilmiş olmaktadır. Bu deyiş, insanın “sporcu” olması gibi sonradan yüklenmiş ve yalnızca belli sayıda insana özgü bir nitelik değil, tüm insanlara ilişkin bir temel niteliktir. “Sporcu olma” niteliğini geri aldığımızda, insanın insan olma özelliği ortadan kalkmaz, ama, “ölümlü olma” niteliği ortadan kalktığında, artık insanın “insan olma” özelliği de yok olur. İşte, Aristo’ya göre bilimin görevi, nesnelerin tek tek görünümlerinin, onların genel niteliğinden mantıksal bir zorunlulukla çıktığını göstermektedir. Bunun yöntemi de, tümdengelimci bir akıl yürütme biçimi olan “Tasım (Kıyas)”dır. (“Batı Felsefesi Tarihi 1 İlkçağ”-Bertrand Russell-Çev.Muammer Sencer_Say Yay. İst 1994) Zaten, Aristo mantık biliminin büyük bölümünü tasıma ayırmakta ve bilimsel yöntem olarak önerdiği tasımın kurallarını ayrıntılı biçimde ortaya koymaktadır. Tasım, verilmiş olan öncül önermelerden zorunlu bir sonuç çıkaran bir akıl yürütmeden başka bir şey değildir. Yeter ki, doğru gözlemler, doğru araştırmalar yapıp, bir kez nesneye ilişkin temel niteliği, yani kavramın doğru bilgisini kazanmış olalım. Yada öncül önerme, matematikteki aksiyomlar gibi, doğruluğu tartışılmadan benimsenmiş bir tümel önerme olsun. Bundan sonra kurallarına uygun bir tasımda, yani tümelden tikele doğru yürüyen bir akıl yürütme biçimi olan “Dedüksiyon-Tümdengelim”de, birinci öncül önerme bu tümel bilgi olacak ve doğru bir tümel bilgiden yola çıkılarak varılan sonuç da kesinlikle doğru olmak zorunda kalacaktır. Çünkü, doğru yapılmış bir tasımda sonuç önermesindeki terimlerin kaplamı, öncüllerin kaplamını aşmaz, yani sonuç her zaman öncüllerin içinde gizlidir. Örneğin:
“Bütün insanlar ölümlüdür,
Sokrates bir insandır,
Öyleyse, Sokrates de ölümlüdür.”
gibi bir akıl yürütmede ilk iki önerme öncül önermelerdir ve doğru gözlemler sonucu doğru bir öncül yakaladığımızda sonuç da öncül önermeye bağlı olacağından, ister istemez doğru olacaktır. Çünkü, “insan” terimi, bütün insanlar için geçerli bir nitelik olan “ölümlü” teriminin; “Sokrates” terimi ise, “insan” teriminin bir parçasıdır ve bütün için söylenen, onun parçası için de doğrudur.
Aristoteles, Sokrates ve Platon gibi doğru bilginin doğuştan inan aklında var olduğu ve yeni bilgi kazanmanın aslında bir anımsamadan başka bir şey olmadığı anlayışından çok farklı bir bilgi anlayışı dile getirerek, bir açıdan yeniçağ rasyonalizmine bir hazırlık yapmaktadır. Çünkü, doğru bilginin kazanılmasında akıl kendine düşen bazı görevleri yerine getirmek, örneğin, öncelikle varlığı var yapan temel nedenleri ortaya çıkaran sorulara doğru yanıt vererek varlığın hiç değişmeyen özünü (Ousia) yakalamak zorundadır. Daha sonra da, kurallarına uygun bir tasım yaparak, tek tek nesnelere ilişkin doğru bilgi bu genel kavramdan türetilecektir.
2.) YENİÇAĞ RASYONALİSTLERİ : Yeniçağ rasyonalizminin kurucusu olan René DESCARTES (1596-1650) ünlü bir filozof olmasının yanı sıra, büyük bir matematikçidir ve analitik felsefenin kurucularından sayılır.Bilgi felsefesinde de kendisine örnek aldığı bilim matematiktir. Özellikle matematiğin konusu olan sayıları son öğesine kadar çözümleme ve sonra bunları yeniden birleştirme yöntemini benimsemiş ve matematiksel bir kesinlik taşıyan rasyonel bilgiye nasıl ulaşılacağını araştırmıştır.
İnsanı akıllı bir varlık olarak niteleyen ve aklı insanı hayvandan ayıran en önemli özellik olarak gören Descartes’a göre, insanın farklı bilgilere ulaşmasının nedeni, bize doğuştan bir yetenek olarak verilen aklın doğru kullanılmamasıdır. Çünkü, doğru bilgiye ulaşmada salt akıl yeterli olsaydı, akıl sahibi olan herkes hiçbir çaba göstermeden doğru bilgiye ulaşabilirdi.
Descartes, felsefesine aklın ürünü olan ve bu nedenle de kesin ve apaçık bir bilgi olan matematiksel kesinliği aramakla başlar. Böyle bir kesinliği ararken de önce her şeyden kuşku duyar ve kendinden önceki düşünenlerin ortaya koyduğu bilgileri yok sayar. Ama, sonunda, var olduğundan kuşkuya düşemeyeceği “kuşkulanan ben”i bulur. (“Descartes”- Afşar Timuçin-Kavram Yayınları İst.1976) Artık kuşku duymadığı tek şey, kuşku duyduğudur. Kuşku duymak ise düşünmenin bir sonucudur. Düşünebilmek için de önce insanın var olması gerekir. Descartes böylece hiçbir biçimde kuşku duymayacağı ilk kesin bilgiye, kendi beninin, yada kendi varlığının kesin bilgisine ulaşır. Bu kesinliği de ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım – cogito ergo sum” önermesiyle dile getirir. Bu yargı, bir akıl yürütme değil, insanın hiçbir araca gereksinim duymadan kavradığı apaçık ve kesin bir bilgidir. Bundan sonra kuşku ortadan kalkacak ve Descartes ilk kesin bilgi olan kendi varlığının kesin bilgisinden hareketle Tanrının bilgisine ulaşacaktır. Descartes Tanrıyı en yüce ve en yetkin varlık olarak tanımlar ve böylesine yüce ve yetkin olan varlığın bilgisinin duyumlarla kazanılamayacağını düşünür. Çünkü duyumlar yanıltıcıdır ve yanıltıcı olan duyumlarla tek kesinlik olan Tanrının bilgisine ulaşılamaz. Akıl da Tanrıyı yaratacak güçte değildir. Tanrı bilgisi ne akıl, ne de duyumlar yoluyla kazanılamayacağına göre, içimizde ve benliğimizde yer almış bulunan Tanrı fikri bize nereden gelmiştir? Bu soruyu kendine soran ve “Tanrı gerçekten vardır ki, kendi bilgisini bizim benliğimize yine kendisi yerleştirmiş olsun.” biçiminde yanıtlayarak Tanrının varlığını kanıtladığını savunan Descartes, Tanrının bize verdiği akıl sayesinde cisimler dünyasının doğru bilgisine ulaşabileceğimizi ileri sürer. Bunun için de aklın doğru kullanılması gerekir. Bu durumda Descartes Tanrı fikrinin insan aklında doğuştan var olduğunu kabul etmektedir. Tanrı fikrinin yanında, aritmetiğin sayıları, geometrinin şekilleri, mantığın ve metafiziğin kavramları da doğuştandır. Descartes insan aklında doğuştan var olan bu bilgilerin yanı sıra, bizde duyumlarla kazanılan düşünce ve fikirlerin de var olduğunu kabul eder. Fakat bu düşünceler ve fikirler karanlık ve karmaşıktır.
Bu durumda Descartes’ın rasyonalist bilgi anlayışı, insanın akıl yoluyla Tanrı ve ruh gibi mutlak gerçekliğin kesin bilgisine ulaşabileceğini savunarak, bir yönüyle dogmatizme dayanmaktadır.
Rasyonalist düşünceyi doruk noktasına ulaştıran Alman Düşünür FRİEDRICH HEGEL (1770-1831), asıl gerçeğe, deneye hiç başvurmadan salt aklın sınırları içinde kalınarak ulaşıldığını savunur. Ona göre, doğa dünyası da düşüncenin, yani aklın eseridir ve felsefenin asıl görevi nesneleri düşünce gözüyle görüp kavramaktır. Düşünme bunu başarabilir, çünkü nesnenin kendisi zaten düşüncenin, yani aklın ürünüdür ve bu durumda süje ve obje aynı ilkenin, aynı aklın değişik biçimlerinden başka bir şey olamaz. Öyleyse, nesnenin bilgisini edinmek demek, onun zihindeki kavramının bilgisini edinmek demektir. Çünkü, zihindeki kavramlar nesnenin en uygun formudur ve kavramların bilgisini edinmek için insanın dışarıdan, duyumlardan gelen hiçbir malzemeye gereksinimi yoktur. Felsefi düşünme sistemli bir biçimde, diyalektik yöntemi kullanarak, kavramları kendi içinde türete türete en genel kavrama, kavramlar zincirinin en son halkası olan evren kavramına kadar ulaşır. Kavram da nesnenin en uygun formu olduğuna göre, nesneye ilişkin kavramı elde ettiğimiz anda nesneye ilişkin en doğru bilgiyi de elde etmiş oluruz. Çünkü, Hegel’e göre, gerçek “akla uygun olan”dır ve akla uygun olan da asıl gerçektir. Hegel felsefesinin başlangıç noktası, onun deyimiyle “Geist” , yani ide, yada kavramdır. İdi, yada geist gelişen bir özdür ve tüm varlıklar idenin diyalektik gelişme basamakları içinde ideden oluşur. Hegel idenin, yani kavramların zihinsel gelişme sürecini diyalektik yöntemle açıklamaktadır. Ona göre, diyalektik, hem düşünmenin, hem varlığın, hem de evrenin gelişme biçimidir. Çünkü düşünme de, varlık da hep karşıtların, zıtlıkların içinden geçerek ve bu zıtlıkları uzlaştırarak gelişir. Örneğin, bir kavramı düşünen zihin ‘tez), hemen onun karşıtını da (antitez) yaratır. Tez ile antitez bir arada bulunmaz ve sürekli olarak birbirini yok etmeye çalışır. Fakat bu çatışma sonuçta bir uzlaşıma (sentez) varır. Fakat, ulaşılan her sentezde çözülmesi gereken yeni zıtlıklar gizlidir. Her aşamada bu çatışmayı çözümleyen ve uzlaştıran zihin, Hegel’e göre en genel kavram olan “evren” kavramına kadar ulaşır. İşte, felsefenin görevi de diyalektiği kullanarak kavramlar sistemini geliştirmek ve böylece en genel kavrama ulaşmaktır.
DOĞRU BİLGİNİN OLANAĞI (2)
“Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu,yanlışlığını
anlamak için, doğruyu gösteren bir araç olması gerek;
bu aracın doğruluğunu anlamak için bir deneme gerek;
denemenin doğruluğunu anlamak için de bir araç:
Gel de çık işin içinden…”
MONTAIGNE-Denemeler’den
anlamak için, doğruyu gösteren bir araç olması gerek;
bu aracın doğruluğunu anlamak için bir deneme gerek;
denemenin doğruluğunu anlamak için de bir araç:
Gel de çık işin içinden…”
MONTAIGNE-Denemeler’den
A.) DUYUMCU-DENEYCİ BİLGİ ANLAYIŞI-EMPİRİZM Doğru bilginin salt duyum ve deneyle kazanıldığını savunan empirist felsefenin kökeni ilkçağlara dayanır. Örneğin, ilkçağın doğa filozoflarından Demokritos’a göre, varlığın en küçük parçası olan atomlar duyu organlarımızdan girerek beyine yerleşirler ve böylece o nesneye ilişkin bilgimizi kazanırız.
Rasyonalizmin, doğru bilgiyi akla bağlayan ve bilgilerimizin kazanılmasında duyum ve deneyi hiç göz önüne almayan tek yanlı yapısına bir tepki olarak doğan, fakat bilgiyi salt duyum ve deneye bağlayarak, tek yanlılığı aşamayan empirizm, insan zihninde doğuştan hiçbir bilginin bulunmadığını ve tüm bilgilerimizin sonradan duyumlarla kazanıldığını savunur. Empirist filozoflara göre, Tanrı, sonsuzluk, uzay, zaman gibi soyut ve zihinsel kavramların bile temelinde duyum ve deney vardır.
Doğru bilginin duyum ve deneyle kazanıldığını savunan düşünceleri sistemli bir felsefe haline getiren ve bu nedenle de empirizmin kurucusu sayılan JOHN LOCKE (1632-1704), gerek bilgi anlayışı ve gerekse toplumsal, ekonomik ve siyasal görüşleri nedeniyle 18. yüzyılın düşünce yaşamını hazırlar.
Locke’a göre, insan zihni doğuştan “boş bir levha/tabula rasa”dır. Bu boş levha sonradan duyum ve deneyle kazanılan bilgilerle dolar. Yani, Locke ilkçağ rasyonalistlerinin, (örneğin Sokrates ve Platon’un) doğru bilginin insan zihninde doğuştan var olduğu görüşüne karşıt bir düşüncenin savunucusu olmakta ve tüm bilgilerimizin duyum ve deneyle sonradan kazanıldığını ileri sürmektedir.
Locke doğru bilginin biricik kaynağı olarak gördüğü deneyi iç deney ve dış deney olarak ikiye ayırır. Dış deney duyumlar, iç deney ise düşünmedir. Dış deney bize renk, ses, sıcaklık, soğukluk gibi basit fikirleri kazandırır. Bu bilgilerin kazanılması sırasında insan zihni tam anlamıyla edilgendir. Basit fikirlerin kazanılmasından sonra, bu bilgiler üzerinde iç deney, yani düşünme eylemi başlar. Zihin artık etkendir ve soyutlama, genelleme, karşılaştırma gibi eylemlerle bileşik fikirleri türetir. Bileşik fikirler Tanrı, zaman, sonsuzluk, evren gibi soyut kavramlardır. Öyleyse, Locke’a göre, insan zihninde temeli duyumlara dayanmayan hiçbir bilgi yoktur.
Empirizmi idealizme dönüştüren George BERKELEY’e göre (1685-1753) de tüm bilgilerimizin kaynağında duyumlar vardır. Biz nesneleri önce algılar, sonra onların zihinsel tasarımlarını yani kavramları oluştururuz. Asıl gerçek de, algılanan somut nesneler değil, onların zihinsel tasarımları, yani kavramlarıdır. Nesneyi gerçek saymak bir yanılmadan, kuruntudan başka bir şey değildir. Asıl gerçeğin zihinsel tasarımlar olduğunu söyleyen ve nesnenin gerçekliğini reddeden Berkeley bu düşüncesini “var olmak algılanmış olmaktır” sözüyle dile getirir.
Empirizm David HUME ile (1711-1776) en son sınırı olan kuşkuculuğa ulaşmakta ve Hume, 18. yüzyıl gibi bilimlerin doruğa ulaştığı bir dönemde bilimden duyulan kuşkuyu dile getirmektedir.
Hume’a göre, temeli duyumda olmayan hiçbir bilgimiz yoktur ve zihnin görevi de duyumların getirdiği bilgiyi birleştirmek ve düzenlemekten başka bir şey değildir. Yani, zihindeki tüm tasarımların temelinde duyumlar vardır. Hume algılarımız sonucu oluşan zihinsel tasarımları “izlenimler (impressions)” ve “fikirler (ideas)” olarak ikiye ayırır. İzlenimler, görürken, işitirken, sever ya da nefret ederken karşılaştığımız canlı duyumlardır. Fikirler ise artık canlılığını yitirmiş olan tasarımlar, yani duyumlarımızın zihinde kalan izleridir. Öyleyse, zihindeki tüm tasarımlar izlenimlere, yani canlı duyumlara geri götürülebilir. Buna göre, duyum ve deneyden bağımsız hiçbir bilgimiz yoktur.
Hume, tüm bilimsel yasaların temeli olan nedensellik tasarımını geri götürebileceğimiz bir izlenimin bulunmadığını savunur. Bildiğimiz gibi, tüm doğa olayları bir nedenselliğe bağlıdır. Yani, doğada olup biten her olayın belli bir nedeni vardır ve neden dediğimiz koşullar olgunlaşınca, bunu ister istemez bir sonuç olayı izleyecektir.Bilim adamının görevi de, doğa olaylarının özünde var olan nedenselliği doğru kavrayıp, bunu bilimsel bir yasa halinde dile getirmektir. Oysa, Hume’a göre, nedenselliği geri götürebileceğimiz bir tasarım yoktur ve böyle bir tasarım bulunamayacağına göre, Hume nedensellik ilkesini alışkanlık ve çağrışım gibi bireysel ve psikolojik nedenlere bağlayacaktır. Ona göre, nesnelerden gelen duyumlar bir düzen içinde gelmektedir ve bu düzenlilik bizde alışkanlık yaratır. Örneğin, biz nerede ateş görsek, onun sıcaklığını, nerede buz görsek onun soğukluğunu algılarız. Buradan, ateş ve sıcaklığın, buz ve soğukluğun birbirinin neden ve sonucu olduğunu düşünürüz. Bundan sonra da sıcaklığını hissetmesek bile, nerede bir ateş görsek hemen onun sıcak olduğunu anlarız. Bu anlamayı sağlayan yeteneğimiz de çağrışımdır.
Buna göre, Hume doğa olaylarındaki nedenselliği çağrışım gibi bireysel ve değişken bir temele bağlamakta, nedensellik gibi zorunlu bir ilişkiyi psikolojik bir çağrışım olgusuyla açıklamış olmaktadır. Bilimsel yasaların kendisine dayandığı nedensellik ilkesi çağrışıma bağlanınca da, bilimsel yasaların tıpkı çağrışım gibi kişiden kişiye değişebileceği anlayışı gündeme gelmekte ve böylece David Hume bilimsel yasaların bile kuşkuyla karşılanması gerektiğini dile getirmiş olmaktadır.
B.) ELEŞTİRİCİ BİLGİ ANLAYIŞI-KRİTİSİZMBir yandan, Hume’un nedenselliğe ilişkin görüşleriyle sarsılan bilimsel bilgiyi yine felsefe yoluyla yeniden eski güvenilirliğine kavuşturmak, bir yandan da bilgilerimizin nasıl kazanıldığını tek yanlı bir biçimde açıklayan rasyonalizmin ve empirizmin tek yanlılığını aşarak , doğru bilgiyi bir yanıyla duyum ve deneye, bir yandan da akla bağlayıp sağlam bir temele yerleştirmek görevini İmmanuel KANT (1724-1804) yerine getirecektir.
Kant doğru bilginin kazanılmasını bir yanıyla deneye, bir yanıyla da akla bağlarken, hem bize deneyin ne sağladığını ve hem de aklın bilgi edinmedeki olanaklarını sorgulamaktadır. Bu nedenle, Kant felsefesi bir eleştirel felsefedir ve zaten bu felsefe Sokrates’in “kendini bil” sözüyle başlar. Çünkü, insan kendi aklının bilgi kazanmadaki görevini ve olanaklarını araştırmadan bir felsefe sistemi kuramaz. Bu nedenle, Kant önce aklı araştırarak, hem duyum ve deneyden akla nasıl geçildiğini göstermekte ve hem de David Hume ile kuşkuculuğa sürüklenen bilimsel bilgiyi sağlam bir temele yerleştirmektedir.
Başlangıçta Kant insan aklının kesin gerçeğe ulaşabileceğini savunarak dogmatik rasyonalist bir tavır takınır. Ancak, kendi deyişiyle, Hume’un felsefesiyle karşılaştığında dogmatik saplantıdan kurtulur ve kendi özgün felsefesini yaratır. Kant böyle bir değişimi “Hume beni dogmatik uykumdan uyandırdı” sözleriyle dile getirmiştir.
Kant bilgilerimizi bir yanıyla deneye, bir yanıyla da akla bağlarken, önce sahip olduğumuz yargıları, yani önermeleri sınıflandırır. Önermeler önce analitik ve sentetik olarak ikiye ayrılır. Analitik önermeler, öznenin yükleme yeni bir şey katmadığı, öznenin niteliklerini tekrarlamakla yetindiği ve bu nedenle de bize yeni bir bilgi kazandırmayan önermelerdir. Örneğin, “üçgen üç kenarlıdır” önermesi analitik önermedir. Sentetik önermeler ise bize yeni bir bilgi kazandıran, yüklemin özneye yeni bir nitelik eklediği önermelerdir. Örneğin “dünya bir gezegendir” önermesi sentetik bir önermedir.
Analitik önermeler yapısı gereği a prioridir. Yani, duyum ve deneyle kazanılmaz ve bize yeni bir bilgi vermediği için de deneye bağımlı değildir. Oysa, sentetik yargılar apesterioridir, yani deneye bağımlıdır ve bu tür yargılarda zorunluluk da yoktur. Kant’ın ulaşmak istediği kesin ve doğru bilgi bir yanıyla sentetik, bir yanıyla da a priori olmak zorundadır. Çünkü, bu tür yargılar hem bize yeni bir bilgi kazandıracak ve hem de akla uygun ve zorunlu olacaktır. Böyle yargılar matematik ve fizik alanının yargılarıdır. Çünkü, matematiğin ve fiziğin yargıları hem tümel, hem de zorunludur.
Daha sonra insan zihninin yapısını araştıran Kant, zihin yapısında duyarlık ve anlık olmak üzere iki temel öğenin bulunduğunu savunur. Duyarlıkta zaman ve mekan formları vardır. Yani, biz tüm nesneleri bu iki form aracılığıyla biliriz. Anlıkta ise, duyum ve deneyi getirdiği bilgileri düzenleyecek olan a priori ilkeler vardır ki, Kant bu ilkeleri on iki taneyle sınırlandırarak, bu temel düzenleyici akıl ilkelerine “12 Yargı Formu” adını verir. Duyum ve deneyle kazanılan dağınık ve düzensiz bilgiler de akıldaki bu formlarla düzene sokularak kesinlik kazanır.
C.) OLGUCU BİLGİ ANLAYIŞI- POZİTİVİZM19. yüzyılda pozitif bilimler alanında görülen hızlı gelişme filozofların da ilgisini çeker ve felsefenin de pozitifleşmesi konusunda görüşler dile getirilmeye başlanır.
Pozitivist felsefenin kurucusu Auguste COMTE (1798-1857), nesnelerin ancak gözlem ve deneye elverişli dış görünüşlerinin (fenomen) bilinebileceğini savunur. Buna göre, bilgilerimiz bilimin bildirdikleri ile sınırlıdır. Görünümler, yani fenomenlerle ilgili bilgilerimiz de mutlak değil, göreceli (relatif) dir. Aslında, bir olayın ya da nesnenin özünü ve gerçek nedenini aramanın da gereği yoktur. Bizim bilmemiz gereken, olayların hiç değişmeyen art arda gelişleri, yani olayların hiç değişmeyen bilimsel yasalarıdır. Bu nedenle, bilimsel bilginin işlevi fenomenlerin yasalarını kavrayarak, bunların da yardımıyla gelecekte olabilecek olayları önceden kestirmek, yani olaylar hakkında bir öngörü kazanmaktır.
Auguste Comte “Pozitif Felsefe Dersleri” isimli eserinde, insan zihninin ve bilimlerin üç aşamadan geçerek geliştiğini ileri sürer ve bu aşamaları “Üç Hâl Yasası” olarak isimlendirir. Buna göre, insan önce doğayı ve varlıkları mistik ve tanrısal güçlerle açıklamış ve olayların nedenini tanrısal güçlere bağlamıştır (Teolojik Aşama). Daha sonra dinsel güçlerin yerini soyut ve metafizik ilkeler alır (Metafizik Aşama). Sonunda, insan zihni olayları hiç değişmeyen bilimsel yasalarla açıklamaya başlar, yani pozitif aşamaya ulaşır. İnsan zihni ve bilimler bu aşamalardan geçerek pozitifleştiği halde, felsefe henüz metafizik aşamadadır ve felsefenin de pozitifleşmesi, yani pozitif felsefenin kurulması gerekir. Pozitif bilimler olayların değişmeyen yasalarını araştırırken, pozitif felsefenin görevi bilimlerin yöntem ve ilkeleri üzerinde düşünmek ve böylece bilimlerin gelişmesine yardımcı olmaktır.
Auguste Comte, bilgilerimizi yalnızca gözlem ve deneyle, yani bilimin bildirdikleriyle sınırlandırmakta, gözlem ve deneyi aşan konularda bilgi sahibi olamayacağımızı savunarak metafiziğe karşı çıkmaktadır. Böylece, pozitivizm, felsefenin temel konusu olan metafiziği yadsıyan ve felsefeyi salt bir bilim felsefesi, ya da bir bilim mantığına indirgeyen, yani felsefenin alanını daraltan bir düşünce akımı haline gelir. A. Comte ise, metafiziği yadsımasına karşın, kendisi de metafiziğin kalıplarını aşamamıştır. D.) ÇÖZÜMLEYİCİ BİLGİ ANLAYIŞI- ANALİTİK FELSEFE19.yüzyıl felsefesi olan pozitivizm yüzyılımızda “Yeni Pozitivizm” adıyla yeniden canlanır. Felsefeyi mantıksal dil çözümlemelerine indirgeyen, felsefenin görevinin bilimin dilini çözümlemekten başka bir şey olmadığını savunan yeni pozitivizm, çözümleyici (analitik) işlevinden ötürü “Analitik (Çözümleyici) Felsefe” adıyla anılır. Günümüz analitik felsefe yandaşları bu akımı bilimsel felsefe olarak da adlandırmaktadırlar.
Analitik felsefe yandaşları, gelişen bilimin günümüzde Kant’ın ve A. Comte’un bilgi anlayışını yıktığını ileri sürerler. Onlara göre, felsefenin temel görevi, bilimin yöntemini kullanarak, yani olguların araştırılmasıyla başlayarak genel ilkelere ulaşmaktır. Öyleyse, felsefe aklın çözümlemesini yapmak yerine bilimin çözümlemesini yapmalı ve bilimin ilkelerini doğrudan bilimin kendisinden çıkarmalıdır. Felsefe bilimlerin çözümlemesini yapmakla yükümlü kılınınca, ona bu çözümlemeyi pürüzsüz biçimde yapmasını sağlayacak bir yöntem de gerekli olacaktır. Bu yöntem de “Lojistik”, ya da “Sembolik Mantık”tır. Bu nedenle, analitik felsefe sembolik mantığı tek düşünce disiplini olarak kullanmaya başlar ve sembolik mantığın gelişmesine büyük katkıda bulunur.
Analitik felsefenin önde gelen temsilcisi Ludwig WİTTGENSTEIN’a (1899-1951) göre, felsefenin dili aslında matematiğin ve mantığın gelişmiş dili olan sembolik mantığın dilidir. Gerçeğin bilgisine de ancak bu dille ulaşılır. Çünkü, bu dil olgusal içerikten uzak, salt formel ve temel düşünme ilkelerine uygun bir dildir.Wittgenstein yaşamı boyunca bu mantıksal dilin asıl gerçeğin bilgisini verip veremeyeceğini araştırmış ve bu ideal dilin kapsamına girmeyen, yani sembolleştirme olanağı bulunmayan metafizik önermeleri reddetmiştir. Ona göre, metafizik, sembolik mantığın dilini aşan konuları ele alır. Metafizik önermeler sembolik dile uymadığından, biz bu konular üzerinde bilgi edinemeyiz. Bu yüzden de, Wittgenstein’in deyişiyle ”insan, dile getiremeyeceği, konuşamayacağı konularda susmalıdır.”
E.) SEZGİCİ BİLGİ ANLAYIŞI- ENTÜİSYONİZMDoğru bilginin kazanılmasında aklın, duyum ve deneyin dışında bir yetenek olarak sezgiye önem veren ve doğru bilginin felsefi sezgiyle kazanılacağını savunan görüşe “Entüisyonizm (Sezgici Görüş)” denir.
Salt dinsel sezgiye dayanan görüşüyle sezgiciliğin önüsü sayılan düşünür, 12. yüzyılda yaşayan GAZALİ’dir (1050-1111). Türk-İslâm düşünürü Gazali, doğru bilgiye ulaşmada duyuların ve aklın ne derecede güvenilir olduğunu sorgulamakla işe başlar. Onun aradığı öyle bir kesinliktir ki, “ruh böyle bir bilgiye bağlanmış ve kanmış olsun…” Böylesine kesin bir bilgiye duyumlar yoluyla ulaşılamaz. Çünkü, duyumlar sürekli olarak değişir ve en sağlam duyumuz olan görme duyusu bile yanıltıcıdır. Akıl da bizi böylesine bir kesinliğe ulaştıramaz. Çünkü aklın en önemli ürünü olan felsefe bile ele aldığı konularda bir kesinliğe ulaşamamıştır. Gazali “Filozofların Tutarsızlıkları” isimli eserinde filozofların hiçbir konuda birbirleriyle uzlaşamadıklarını, herkes için geçerli olabilecek kesin bir bilgiyi kazanamadıklarını, insanı yalnızca kuşkuya sürüklediklerini ileri sürer. Duyumların ve aklın bizi doğru bilgiye götüremeyeceği sonucuna ulaşan Gazali, asıl gerçek ve tek kesin bilgi olan Tanrı bilgisini, Tanrıyı içinde duyma, yaşayarak ve sezerek bilme yoluyla elde edebileceğimizi savunur. Böylesine bir sezgi ve içsel bir algıyla, yani gönül gözüyle tek kesinlik olan Tanrı bilgisine ulaşmak için, insanın önce gönlünü temizlemesi ve tutkularından arınması gerekir. Tövbe, sabır, boyun eğme, şükür, çile çekme gibi yollara ruhunu tutkularından arındıran ve gönlünü temizleyen insan Tanrıyı kendi içinde hissedecek, sezerek ve yaşayarak Tanrıyı bilecektir.
Henri BERGSON (1859-1951) sezgici görüşü sistemli bir felsefe disiplini haline getirir. Ona göre, insana doğanın ve nesnelerin doğru bilgisini kazandıracak yetenek felsefi sezgiden başka bir şey olamaz. Bergson, yaşamı sürekli bir gelişme, bir evrim ve atılım olarak niteler. Asıl gerçek de, böyle bir “yaşam akışı”dır ve tüm varlıklar, nesneler bu yaşam akışı içinde sürekli bir gelişim, evrim ve atılım halindedir. Bu süreç bir “yaşam atılımı/elan vital “ dir. Madde de değişmez gibi görünmesine karşın, sürekli akan bir devinim içinde kavranır. İnsan ise böyle bir yaşam atılımı içinde sürekli gelişerek kendini yeniler. İşte akıl böylesine atılımı, gelişimi ve değişimi kavrayabilecek güçte değildir. Çünkü, akıl yalnızca değişmeyeni ve durgun olanı kavrayabilecek bir yapıdadır ve bu nedenle de bir devinim içinde olan yaşamın içine girip onu anlayamaz.
Bergson, hiç şaşmayan ve sürekli aynı biçimde yinelenen içgüdülerin de böyle bir gerçeği kavrayıp kavrayamayacağını sorgular. İçgüdünün bizi gerçeğin içine götürebileceğini, fakat gerçekliğin bilgisini veremeyeceğini, çünkü içgüdüde bilme, öğrenme gibi bir yeteneğin bulunmadığını savunur. Aslında, içgüdü sürekli gelişim ve değişime kayıtsızdır ve yalnızca çevresiyle sınırlıdır. Kendi üzerinde düşünemez, kendini aşıp düşünce dünyasına giremez. Öyleyse, gerçeği kavramanın tek yolu sezgidir. Sezgi bir anda yakalama, kavrama, sezip bulgulamadır. Yaşam atılımını içinde yaşayarak kavrayabilen sezgi, akıl ve içgüdünün sentezidir. Çünkü, sezgi gerçeği dolaysız bir biçimde kavrarken akıldan ve içgüdüden yararlanır. Akıl içgüdüyü tutkularından kurtarır ve içgüdüde uyku halinde olan bilinci uyandırır. Öyleyse, sezgi kendi bilincine ulaşmış olan içgüdüdür ve gerçeği bize olduğu gibi, dolaysız olarak bildirecek tek güçtür.
F.) FAYDACI BİLGİ ANLAYIŞI- PRAGMATİZM Yunanca’da iş, eylem anlamına gelen pragma sözcüğünden türetilmiş olan pragmatizm, bir endüstri ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde, iş çevrelerinin ve Amerikan endüstri yaşamının felsefesi olmuştur.
Pragmatist felsefenin kurucularından William JAMES’e (1842-1910) göre, düşünme, nesneleri ve varlıkları tanımaya değil, insanın çevreye uyum sağlamasına yarayan bir araçtır. Buna göre, düşünmenin kendisi de bir iş ve eylemdir ve bu eylemin amacı, nesneleri yaşamımızı kolaylaştıracak araçlar durumuna getirmektir. Düşünme fayda ve işe yarama açısından ele alınmazsa bir yararı kalmaz. Felsefe, pragmatizme gelinceye kadar hep kesin ve genel bir gerçeği aramakla vakit geçirmiştir. Oysa, pragmatizme göre gerçeğin ölçüsü “fayda ve işe yarama ”dır ve bunun dışında bir gerçeği aramanın hiçbir anlamı yoktur. Bilim ve sanat gibi felsefe de bu temel ölçüte göre değerlendirilmelidir. Öyleyse, bize yararlı olan ve işimize yarayan her şey gerçektir. Bir pragmatist “fayda”yı gerçeğin ölçüsü saydığı gibi, “doğru” ve “iyi” gibi kavramları da özdeşleştirir. Yani, bize yararı olan gerçek ve doğru, gerçek ve doğru olan da aynı zamanda iyidir. Buna göre pragmatizm, ahlakın temel ilkeleri olan iyilik ve erdemi de bize yararlı olduğu ölçüde doğru saymaktadır.
William James’e göre felsefenin görevi, belirli bir dünya görüşünün doğru olmasının yaşamımızın belli dönemlerinde bizde ne gibi etkiler yaratacağını anlamaktır. Öyleyse, önemli olan şu, ya da bu dünya görüşü değil, bu dünya görüşünün yaşamımızın belli dönemlerinde bize sağladığı yarardır. Felsefe de bu yararın ne olduğunu araştırmakla yükümlüdür.
G.) ÖZ BİLİMİ - FENOMENOLOJİYüzyılımızın başında kurulan ve hem bir düşünme biçimi, hem de yöntem olarak gelişen fenomenoloji, bir düşünme biçimi olarak “Öz”ü araştırır ve özün bilinebileceğini savunur. Bu nedenle de, duyularımızla kavradığımız fenomenin, yani görünenin akılla kavranan özüne yönelir. Aslında, öz fenomenin içindedir ve insan aklı bu özü kavrayabilir. Zaten, felsefenin görevi, dış dünyadan duyumlar yoluyla gelen, ya da kendi iç varlığımızın kazandırdığı özü, kendi yöntemini kullanarak ve her türlü somut özelliklerinden ayırıp kavramaktır. Buna göre, fenomenoloji akıl yoluyla varlığın özüne inilebileceğini savunmakta, yani metafiziği kabul etmektedir.
Fenomenolojinin en önemli temsilcilerinden Edmund HUSSERL (1859-1938) özü kavrayan felsefenin sarsılmaz ve kesin bir bilim olacağını savunur. Varlığın –hiç kimse tarafından düşünülmese bile- var olan özü mantıksal düşünme ile kavranır. Felsefe, özün niteliğini ve işlevini araştırırken özenli bir bilinç çözümlemesi yapmak zorundadır. İşte böyle bir çözümleme ancak fenomenoloji yöntemiyle gerçekleşir. Bunun için, önce duyum ve deneyin kazandırdığı tüm somut bilgileri, nesnenin duyusal ve somut özelliklerini “Ayraç (Parantez) içine almak” ve öze ilişkin olmayan niteliklerini dışlamak gerekir. Bundan sonra geriye yalnızca “salt ben”, ya da “aşkın (transandantal) bilinç” kalır ki, fenomenoloji bu arınmış bilinçte kalan her şeyi derinliğine araştırarak öze ulaşabilir. Görüldüğü gibi, fenomenoloji yalnızca görünenin, yani fenomenin bilgisini kazanabileceğimizi savunan ve metafiziği reddeden pozitivist düşünceye karşı bir akımdır. Çünkü, insanın hem fenomenden başlayarak öze ulaşabileceğini savunmakta ve hem de özün bilgisine ulaşmanın ancak akıl, yani metafizikle mümkün olabileceğini ileri sürmektedir.
Rasyonalizmin, doğru bilgiyi akla bağlayan ve bilgilerimizin kazanılmasında duyum ve deneyi hiç göz önüne almayan tek yanlı yapısına bir tepki olarak doğan, fakat bilgiyi salt duyum ve deneye bağlayarak, tek yanlılığı aşamayan empirizm, insan zihninde doğuştan hiçbir bilginin bulunmadığını ve tüm bilgilerimizin sonradan duyumlarla kazanıldığını savunur. Empirist filozoflara göre, Tanrı, sonsuzluk, uzay, zaman gibi soyut ve zihinsel kavramların bile temelinde duyum ve deney vardır.
Doğru bilginin duyum ve deneyle kazanıldığını savunan düşünceleri sistemli bir felsefe haline getiren ve bu nedenle de empirizmin kurucusu sayılan JOHN LOCKE (1632-1704), gerek bilgi anlayışı ve gerekse toplumsal, ekonomik ve siyasal görüşleri nedeniyle 18. yüzyılın düşünce yaşamını hazırlar.
Locke’a göre, insan zihni doğuştan “boş bir levha/tabula rasa”dır. Bu boş levha sonradan duyum ve deneyle kazanılan bilgilerle dolar. Yani, Locke ilkçağ rasyonalistlerinin, (örneğin Sokrates ve Platon’un) doğru bilginin insan zihninde doğuştan var olduğu görüşüne karşıt bir düşüncenin savunucusu olmakta ve tüm bilgilerimizin duyum ve deneyle sonradan kazanıldığını ileri sürmektedir.
Locke doğru bilginin biricik kaynağı olarak gördüğü deneyi iç deney ve dış deney olarak ikiye ayırır. Dış deney duyumlar, iç deney ise düşünmedir. Dış deney bize renk, ses, sıcaklık, soğukluk gibi basit fikirleri kazandırır. Bu bilgilerin kazanılması sırasında insan zihni tam anlamıyla edilgendir. Basit fikirlerin kazanılmasından sonra, bu bilgiler üzerinde iç deney, yani düşünme eylemi başlar. Zihin artık etkendir ve soyutlama, genelleme, karşılaştırma gibi eylemlerle bileşik fikirleri türetir. Bileşik fikirler Tanrı, zaman, sonsuzluk, evren gibi soyut kavramlardır. Öyleyse, Locke’a göre, insan zihninde temeli duyumlara dayanmayan hiçbir bilgi yoktur.
Empirizmi idealizme dönüştüren George BERKELEY’e göre (1685-1753) de tüm bilgilerimizin kaynağında duyumlar vardır. Biz nesneleri önce algılar, sonra onların zihinsel tasarımlarını yani kavramları oluştururuz. Asıl gerçek de, algılanan somut nesneler değil, onların zihinsel tasarımları, yani kavramlarıdır. Nesneyi gerçek saymak bir yanılmadan, kuruntudan başka bir şey değildir. Asıl gerçeğin zihinsel tasarımlar olduğunu söyleyen ve nesnenin gerçekliğini reddeden Berkeley bu düşüncesini “var olmak algılanmış olmaktır” sözüyle dile getirir.
Empirizm David HUME ile (1711-1776) en son sınırı olan kuşkuculuğa ulaşmakta ve Hume, 18. yüzyıl gibi bilimlerin doruğa ulaştığı bir dönemde bilimden duyulan kuşkuyu dile getirmektedir.
Hume’a göre, temeli duyumda olmayan hiçbir bilgimiz yoktur ve zihnin görevi de duyumların getirdiği bilgiyi birleştirmek ve düzenlemekten başka bir şey değildir. Yani, zihindeki tüm tasarımların temelinde duyumlar vardır. Hume algılarımız sonucu oluşan zihinsel tasarımları “izlenimler (impressions)” ve “fikirler (ideas)” olarak ikiye ayırır. İzlenimler, görürken, işitirken, sever ya da nefret ederken karşılaştığımız canlı duyumlardır. Fikirler ise artık canlılığını yitirmiş olan tasarımlar, yani duyumlarımızın zihinde kalan izleridir. Öyleyse, zihindeki tüm tasarımlar izlenimlere, yani canlı duyumlara geri götürülebilir. Buna göre, duyum ve deneyden bağımsız hiçbir bilgimiz yoktur.
Hume, tüm bilimsel yasaların temeli olan nedensellik tasarımını geri götürebileceğimiz bir izlenimin bulunmadığını savunur. Bildiğimiz gibi, tüm doğa olayları bir nedenselliğe bağlıdır. Yani, doğada olup biten her olayın belli bir nedeni vardır ve neden dediğimiz koşullar olgunlaşınca, bunu ister istemez bir sonuç olayı izleyecektir.Bilim adamının görevi de, doğa olaylarının özünde var olan nedenselliği doğru kavrayıp, bunu bilimsel bir yasa halinde dile getirmektir. Oysa, Hume’a göre, nedenselliği geri götürebileceğimiz bir tasarım yoktur ve böyle bir tasarım bulunamayacağına göre, Hume nedensellik ilkesini alışkanlık ve çağrışım gibi bireysel ve psikolojik nedenlere bağlayacaktır. Ona göre, nesnelerden gelen duyumlar bir düzen içinde gelmektedir ve bu düzenlilik bizde alışkanlık yaratır. Örneğin, biz nerede ateş görsek, onun sıcaklığını, nerede buz görsek onun soğukluğunu algılarız. Buradan, ateş ve sıcaklığın, buz ve soğukluğun birbirinin neden ve sonucu olduğunu düşünürüz. Bundan sonra da sıcaklığını hissetmesek bile, nerede bir ateş görsek hemen onun sıcak olduğunu anlarız. Bu anlamayı sağlayan yeteneğimiz de çağrışımdır.
Buna göre, Hume doğa olaylarındaki nedenselliği çağrışım gibi bireysel ve değişken bir temele bağlamakta, nedensellik gibi zorunlu bir ilişkiyi psikolojik bir çağrışım olgusuyla açıklamış olmaktadır. Bilimsel yasaların kendisine dayandığı nedensellik ilkesi çağrışıma bağlanınca da, bilimsel yasaların tıpkı çağrışım gibi kişiden kişiye değişebileceği anlayışı gündeme gelmekte ve böylece David Hume bilimsel yasaların bile kuşkuyla karşılanması gerektiğini dile getirmiş olmaktadır.
B.) ELEŞTİRİCİ BİLGİ ANLAYIŞI-KRİTİSİZMBir yandan, Hume’un nedenselliğe ilişkin görüşleriyle sarsılan bilimsel bilgiyi yine felsefe yoluyla yeniden eski güvenilirliğine kavuşturmak, bir yandan da bilgilerimizin nasıl kazanıldığını tek yanlı bir biçimde açıklayan rasyonalizmin ve empirizmin tek yanlılığını aşarak , doğru bilgiyi bir yanıyla duyum ve deneye, bir yandan da akla bağlayıp sağlam bir temele yerleştirmek görevini İmmanuel KANT (1724-1804) yerine getirecektir.
Kant doğru bilginin kazanılmasını bir yanıyla deneye, bir yanıyla da akla bağlarken, hem bize deneyin ne sağladığını ve hem de aklın bilgi edinmedeki olanaklarını sorgulamaktadır. Bu nedenle, Kant felsefesi bir eleştirel felsefedir ve zaten bu felsefe Sokrates’in “kendini bil” sözüyle başlar. Çünkü, insan kendi aklının bilgi kazanmadaki görevini ve olanaklarını araştırmadan bir felsefe sistemi kuramaz. Bu nedenle, Kant önce aklı araştırarak, hem duyum ve deneyden akla nasıl geçildiğini göstermekte ve hem de David Hume ile kuşkuculuğa sürüklenen bilimsel bilgiyi sağlam bir temele yerleştirmektedir.
Başlangıçta Kant insan aklının kesin gerçeğe ulaşabileceğini savunarak dogmatik rasyonalist bir tavır takınır. Ancak, kendi deyişiyle, Hume’un felsefesiyle karşılaştığında dogmatik saplantıdan kurtulur ve kendi özgün felsefesini yaratır. Kant böyle bir değişimi “Hume beni dogmatik uykumdan uyandırdı” sözleriyle dile getirmiştir.
Kant bilgilerimizi bir yanıyla deneye, bir yanıyla da akla bağlarken, önce sahip olduğumuz yargıları, yani önermeleri sınıflandırır. Önermeler önce analitik ve sentetik olarak ikiye ayrılır. Analitik önermeler, öznenin yükleme yeni bir şey katmadığı, öznenin niteliklerini tekrarlamakla yetindiği ve bu nedenle de bize yeni bir bilgi kazandırmayan önermelerdir. Örneğin, “üçgen üç kenarlıdır” önermesi analitik önermedir. Sentetik önermeler ise bize yeni bir bilgi kazandıran, yüklemin özneye yeni bir nitelik eklediği önermelerdir. Örneğin “dünya bir gezegendir” önermesi sentetik bir önermedir.
Analitik önermeler yapısı gereği a prioridir. Yani, duyum ve deneyle kazanılmaz ve bize yeni bir bilgi vermediği için de deneye bağımlı değildir. Oysa, sentetik yargılar apesterioridir, yani deneye bağımlıdır ve bu tür yargılarda zorunluluk da yoktur. Kant’ın ulaşmak istediği kesin ve doğru bilgi bir yanıyla sentetik, bir yanıyla da a priori olmak zorundadır. Çünkü, bu tür yargılar hem bize yeni bir bilgi kazandıracak ve hem de akla uygun ve zorunlu olacaktır. Böyle yargılar matematik ve fizik alanının yargılarıdır. Çünkü, matematiğin ve fiziğin yargıları hem tümel, hem de zorunludur.
Daha sonra insan zihninin yapısını araştıran Kant, zihin yapısında duyarlık ve anlık olmak üzere iki temel öğenin bulunduğunu savunur. Duyarlıkta zaman ve mekan formları vardır. Yani, biz tüm nesneleri bu iki form aracılığıyla biliriz. Anlıkta ise, duyum ve deneyi getirdiği bilgileri düzenleyecek olan a priori ilkeler vardır ki, Kant bu ilkeleri on iki taneyle sınırlandırarak, bu temel düzenleyici akıl ilkelerine “12 Yargı Formu” adını verir. Duyum ve deneyle kazanılan dağınık ve düzensiz bilgiler de akıldaki bu formlarla düzene sokularak kesinlik kazanır.
C.) OLGUCU BİLGİ ANLAYIŞI- POZİTİVİZM19. yüzyılda pozitif bilimler alanında görülen hızlı gelişme filozofların da ilgisini çeker ve felsefenin de pozitifleşmesi konusunda görüşler dile getirilmeye başlanır.
Pozitivist felsefenin kurucusu Auguste COMTE (1798-1857), nesnelerin ancak gözlem ve deneye elverişli dış görünüşlerinin (fenomen) bilinebileceğini savunur. Buna göre, bilgilerimiz bilimin bildirdikleri ile sınırlıdır. Görünümler, yani fenomenlerle ilgili bilgilerimiz de mutlak değil, göreceli (relatif) dir. Aslında, bir olayın ya da nesnenin özünü ve gerçek nedenini aramanın da gereği yoktur. Bizim bilmemiz gereken, olayların hiç değişmeyen art arda gelişleri, yani olayların hiç değişmeyen bilimsel yasalarıdır. Bu nedenle, bilimsel bilginin işlevi fenomenlerin yasalarını kavrayarak, bunların da yardımıyla gelecekte olabilecek olayları önceden kestirmek, yani olaylar hakkında bir öngörü kazanmaktır.
Auguste Comte “Pozitif Felsefe Dersleri” isimli eserinde, insan zihninin ve bilimlerin üç aşamadan geçerek geliştiğini ileri sürer ve bu aşamaları “Üç Hâl Yasası” olarak isimlendirir. Buna göre, insan önce doğayı ve varlıkları mistik ve tanrısal güçlerle açıklamış ve olayların nedenini tanrısal güçlere bağlamıştır (Teolojik Aşama). Daha sonra dinsel güçlerin yerini soyut ve metafizik ilkeler alır (Metafizik Aşama). Sonunda, insan zihni olayları hiç değişmeyen bilimsel yasalarla açıklamaya başlar, yani pozitif aşamaya ulaşır. İnsan zihni ve bilimler bu aşamalardan geçerek pozitifleştiği halde, felsefe henüz metafizik aşamadadır ve felsefenin de pozitifleşmesi, yani pozitif felsefenin kurulması gerekir. Pozitif bilimler olayların değişmeyen yasalarını araştırırken, pozitif felsefenin görevi bilimlerin yöntem ve ilkeleri üzerinde düşünmek ve böylece bilimlerin gelişmesine yardımcı olmaktır.
Auguste Comte, bilgilerimizi yalnızca gözlem ve deneyle, yani bilimin bildirdikleriyle sınırlandırmakta, gözlem ve deneyi aşan konularda bilgi sahibi olamayacağımızı savunarak metafiziğe karşı çıkmaktadır. Böylece, pozitivizm, felsefenin temel konusu olan metafiziği yadsıyan ve felsefeyi salt bir bilim felsefesi, ya da bir bilim mantığına indirgeyen, yani felsefenin alanını daraltan bir düşünce akımı haline gelir. A. Comte ise, metafiziği yadsımasına karşın, kendisi de metafiziğin kalıplarını aşamamıştır. D.) ÇÖZÜMLEYİCİ BİLGİ ANLAYIŞI- ANALİTİK FELSEFE19.yüzyıl felsefesi olan pozitivizm yüzyılımızda “Yeni Pozitivizm” adıyla yeniden canlanır. Felsefeyi mantıksal dil çözümlemelerine indirgeyen, felsefenin görevinin bilimin dilini çözümlemekten başka bir şey olmadığını savunan yeni pozitivizm, çözümleyici (analitik) işlevinden ötürü “Analitik (Çözümleyici) Felsefe” adıyla anılır. Günümüz analitik felsefe yandaşları bu akımı bilimsel felsefe olarak da adlandırmaktadırlar.
Analitik felsefe yandaşları, gelişen bilimin günümüzde Kant’ın ve A. Comte’un bilgi anlayışını yıktığını ileri sürerler. Onlara göre, felsefenin temel görevi, bilimin yöntemini kullanarak, yani olguların araştırılmasıyla başlayarak genel ilkelere ulaşmaktır. Öyleyse, felsefe aklın çözümlemesini yapmak yerine bilimin çözümlemesini yapmalı ve bilimin ilkelerini doğrudan bilimin kendisinden çıkarmalıdır. Felsefe bilimlerin çözümlemesini yapmakla yükümlü kılınınca, ona bu çözümlemeyi pürüzsüz biçimde yapmasını sağlayacak bir yöntem de gerekli olacaktır. Bu yöntem de “Lojistik”, ya da “Sembolik Mantık”tır. Bu nedenle, analitik felsefe sembolik mantığı tek düşünce disiplini olarak kullanmaya başlar ve sembolik mantığın gelişmesine büyük katkıda bulunur.
Analitik felsefenin önde gelen temsilcisi Ludwig WİTTGENSTEIN’a (1899-1951) göre, felsefenin dili aslında matematiğin ve mantığın gelişmiş dili olan sembolik mantığın dilidir. Gerçeğin bilgisine de ancak bu dille ulaşılır. Çünkü, bu dil olgusal içerikten uzak, salt formel ve temel düşünme ilkelerine uygun bir dildir.Wittgenstein yaşamı boyunca bu mantıksal dilin asıl gerçeğin bilgisini verip veremeyeceğini araştırmış ve bu ideal dilin kapsamına girmeyen, yani sembolleştirme olanağı bulunmayan metafizik önermeleri reddetmiştir. Ona göre, metafizik, sembolik mantığın dilini aşan konuları ele alır. Metafizik önermeler sembolik dile uymadığından, biz bu konular üzerinde bilgi edinemeyiz. Bu yüzden de, Wittgenstein’in deyişiyle ”insan, dile getiremeyeceği, konuşamayacağı konularda susmalıdır.”
E.) SEZGİCİ BİLGİ ANLAYIŞI- ENTÜİSYONİZMDoğru bilginin kazanılmasında aklın, duyum ve deneyin dışında bir yetenek olarak sezgiye önem veren ve doğru bilginin felsefi sezgiyle kazanılacağını savunan görüşe “Entüisyonizm (Sezgici Görüş)” denir.
Salt dinsel sezgiye dayanan görüşüyle sezgiciliğin önüsü sayılan düşünür, 12. yüzyılda yaşayan GAZALİ’dir (1050-1111). Türk-İslâm düşünürü Gazali, doğru bilgiye ulaşmada duyuların ve aklın ne derecede güvenilir olduğunu sorgulamakla işe başlar. Onun aradığı öyle bir kesinliktir ki, “ruh böyle bir bilgiye bağlanmış ve kanmış olsun…” Böylesine kesin bir bilgiye duyumlar yoluyla ulaşılamaz. Çünkü, duyumlar sürekli olarak değişir ve en sağlam duyumuz olan görme duyusu bile yanıltıcıdır. Akıl da bizi böylesine bir kesinliğe ulaştıramaz. Çünkü aklın en önemli ürünü olan felsefe bile ele aldığı konularda bir kesinliğe ulaşamamıştır. Gazali “Filozofların Tutarsızlıkları” isimli eserinde filozofların hiçbir konuda birbirleriyle uzlaşamadıklarını, herkes için geçerli olabilecek kesin bir bilgiyi kazanamadıklarını, insanı yalnızca kuşkuya sürüklediklerini ileri sürer. Duyumların ve aklın bizi doğru bilgiye götüremeyeceği sonucuna ulaşan Gazali, asıl gerçek ve tek kesin bilgi olan Tanrı bilgisini, Tanrıyı içinde duyma, yaşayarak ve sezerek bilme yoluyla elde edebileceğimizi savunur. Böylesine bir sezgi ve içsel bir algıyla, yani gönül gözüyle tek kesinlik olan Tanrı bilgisine ulaşmak için, insanın önce gönlünü temizlemesi ve tutkularından arınması gerekir. Tövbe, sabır, boyun eğme, şükür, çile çekme gibi yollara ruhunu tutkularından arındıran ve gönlünü temizleyen insan Tanrıyı kendi içinde hissedecek, sezerek ve yaşayarak Tanrıyı bilecektir.
Henri BERGSON (1859-1951) sezgici görüşü sistemli bir felsefe disiplini haline getirir. Ona göre, insana doğanın ve nesnelerin doğru bilgisini kazandıracak yetenek felsefi sezgiden başka bir şey olamaz. Bergson, yaşamı sürekli bir gelişme, bir evrim ve atılım olarak niteler. Asıl gerçek de, böyle bir “yaşam akışı”dır ve tüm varlıklar, nesneler bu yaşam akışı içinde sürekli bir gelişim, evrim ve atılım halindedir. Bu süreç bir “yaşam atılımı/elan vital “ dir. Madde de değişmez gibi görünmesine karşın, sürekli akan bir devinim içinde kavranır. İnsan ise böyle bir yaşam atılımı içinde sürekli gelişerek kendini yeniler. İşte akıl böylesine atılımı, gelişimi ve değişimi kavrayabilecek güçte değildir. Çünkü, akıl yalnızca değişmeyeni ve durgun olanı kavrayabilecek bir yapıdadır ve bu nedenle de bir devinim içinde olan yaşamın içine girip onu anlayamaz.
Bergson, hiç şaşmayan ve sürekli aynı biçimde yinelenen içgüdülerin de böyle bir gerçeği kavrayıp kavrayamayacağını sorgular. İçgüdünün bizi gerçeğin içine götürebileceğini, fakat gerçekliğin bilgisini veremeyeceğini, çünkü içgüdüde bilme, öğrenme gibi bir yeteneğin bulunmadığını savunur. Aslında, içgüdü sürekli gelişim ve değişime kayıtsızdır ve yalnızca çevresiyle sınırlıdır. Kendi üzerinde düşünemez, kendini aşıp düşünce dünyasına giremez. Öyleyse, gerçeği kavramanın tek yolu sezgidir. Sezgi bir anda yakalama, kavrama, sezip bulgulamadır. Yaşam atılımını içinde yaşayarak kavrayabilen sezgi, akıl ve içgüdünün sentezidir. Çünkü, sezgi gerçeği dolaysız bir biçimde kavrarken akıldan ve içgüdüden yararlanır. Akıl içgüdüyü tutkularından kurtarır ve içgüdüde uyku halinde olan bilinci uyandırır. Öyleyse, sezgi kendi bilincine ulaşmış olan içgüdüdür ve gerçeği bize olduğu gibi, dolaysız olarak bildirecek tek güçtür.
F.) FAYDACI BİLGİ ANLAYIŞI- PRAGMATİZM Yunanca’da iş, eylem anlamına gelen pragma sözcüğünden türetilmiş olan pragmatizm, bir endüstri ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde, iş çevrelerinin ve Amerikan endüstri yaşamının felsefesi olmuştur.
Pragmatist felsefenin kurucularından William JAMES’e (1842-1910) göre, düşünme, nesneleri ve varlıkları tanımaya değil, insanın çevreye uyum sağlamasına yarayan bir araçtır. Buna göre, düşünmenin kendisi de bir iş ve eylemdir ve bu eylemin amacı, nesneleri yaşamımızı kolaylaştıracak araçlar durumuna getirmektir. Düşünme fayda ve işe yarama açısından ele alınmazsa bir yararı kalmaz. Felsefe, pragmatizme gelinceye kadar hep kesin ve genel bir gerçeği aramakla vakit geçirmiştir. Oysa, pragmatizme göre gerçeğin ölçüsü “fayda ve işe yarama ”dır ve bunun dışında bir gerçeği aramanın hiçbir anlamı yoktur. Bilim ve sanat gibi felsefe de bu temel ölçüte göre değerlendirilmelidir. Öyleyse, bize yararlı olan ve işimize yarayan her şey gerçektir. Bir pragmatist “fayda”yı gerçeğin ölçüsü saydığı gibi, “doğru” ve “iyi” gibi kavramları da özdeşleştirir. Yani, bize yararı olan gerçek ve doğru, gerçek ve doğru olan da aynı zamanda iyidir. Buna göre pragmatizm, ahlakın temel ilkeleri olan iyilik ve erdemi de bize yararlı olduğu ölçüde doğru saymaktadır.
William James’e göre felsefenin görevi, belirli bir dünya görüşünün doğru olmasının yaşamımızın belli dönemlerinde bizde ne gibi etkiler yaratacağını anlamaktır. Öyleyse, önemli olan şu, ya da bu dünya görüşü değil, bu dünya görüşünün yaşamımızın belli dönemlerinde bize sağladığı yarardır. Felsefe de bu yararın ne olduğunu araştırmakla yükümlüdür.
G.) ÖZ BİLİMİ - FENOMENOLOJİYüzyılımızın başında kurulan ve hem bir düşünme biçimi, hem de yöntem olarak gelişen fenomenoloji, bir düşünme biçimi olarak “Öz”ü araştırır ve özün bilinebileceğini savunur. Bu nedenle de, duyularımızla kavradığımız fenomenin, yani görünenin akılla kavranan özüne yönelir. Aslında, öz fenomenin içindedir ve insan aklı bu özü kavrayabilir. Zaten, felsefenin görevi, dış dünyadan duyumlar yoluyla gelen, ya da kendi iç varlığımızın kazandırdığı özü, kendi yöntemini kullanarak ve her türlü somut özelliklerinden ayırıp kavramaktır. Buna göre, fenomenoloji akıl yoluyla varlığın özüne inilebileceğini savunmakta, yani metafiziği kabul etmektedir.
Fenomenolojinin en önemli temsilcilerinden Edmund HUSSERL (1859-1938) özü kavrayan felsefenin sarsılmaz ve kesin bir bilim olacağını savunur. Varlığın –hiç kimse tarafından düşünülmese bile- var olan özü mantıksal düşünme ile kavranır. Felsefe, özün niteliğini ve işlevini araştırırken özenli bir bilinç çözümlemesi yapmak zorundadır. İşte böyle bir çözümleme ancak fenomenoloji yöntemiyle gerçekleşir. Bunun için, önce duyum ve deneyin kazandırdığı tüm somut bilgileri, nesnenin duyusal ve somut özelliklerini “Ayraç (Parantez) içine almak” ve öze ilişkin olmayan niteliklerini dışlamak gerekir. Bundan sonra geriye yalnızca “salt ben”, ya da “aşkın (transandantal) bilinç” kalır ki, fenomenoloji bu arınmış bilinçte kalan her şeyi derinliğine araştırarak öze ulaşabilir. Görüldüğü gibi, fenomenoloji yalnızca görünenin, yani fenomenin bilgisini kazanabileceğimizi savunan ve metafiziği reddeden pozitivist düşünceye karşı bir akımdır. Çünkü, insanın hem fenomenden başlayarak öze ulaşabileceğini savunmakta ve hem de özün bilgisine ulaşmanın ancak akıl, yani metafizikle mümkün olabileceğini ileri sürmektedir.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil