BİLİMSEL YASALARIN KESİNLİĞİ ÜSTÜNE


   Böyle bir soruya verilebilecek yanıtları tartışmaya David Hume ile Bertrand Russell’ın şu sözleriyle başlayalım:

   David Hume “Enquiry”de şöyle diyor: “Elimize herhangi bir cilt, sözgelimi bir dinbilim, ya da okul metafiziği kitabı aldığımızda soralım: İçinde nicelik ve sayı üzerine deneysel akıl yürütmeler var mı? Yok. Peki, olgu ve varlık konularında deneysel akıl yürütmeler? O da yok. Atın öyleyse onu ateşe, çünkü, içinde safsata ve kuruntudan başka bir şey olamaz.”

   Russell ise “Sorgulayan Denemeler”inde şunları söylüyor: “Bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu kesin doğru olarak değil, rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım. Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse, bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum.” (1)

   Hume, olgu ve varlık konusunda matematiksel kesinliğe kavuşturulmuş deneysel akıl yürütmeler içermeyen tüm bilgileri safsata ve kuruntu olarak nitelerken, Russell bilim alanında doğruluğu tam olarak benimsenmiş bir görüşün kesinliğine tam olarak güvenmez görünüyor ve bilimsel bilgiyi “salt rasyonel bir eylem” için yeterince olası bir temel olarak ele almayı yeğliyor. Öyleyse, bilimsel yargılarda bir kesinlik mi, yoksa bizim yeterli bulduğumuz bir olasılık mı söz konusu?...Böylece, iki yol açılıyor karşımıza: Bu yollardan biri, olgular ve nesneler alanında gözlem ve deneyle elde edilip matematiksel bir kesinliğe kavuşturulmuş bilginin yolu…. Öteki yol ise, bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu kesin görmeyen, ancak rasyonel bir eylem için yeterince olası/olabilirliği oldukça yüksek olarak benimseyen kuşkucu ve sorgulayıcı bir yaklaşım… Ya da evrensel yapının anlatımı demek olan kesin matematiksel betimlemelerle yetinen Pythagorasçı ve doğanın insan aklı için tam olarak anlaşılabilirliği ilkesine dayanan Descartesçı bir bilim anlayışıyla, maddenin kimi zaman kendi istemine göre devinen ve bize yalnızca bu devinimin olası durumlarını bildiren yeni fizik anlayışı…

   Newton mekaniği, Descartesçı bilim anlayışının uzantısı olarak, fiziksel bir sistemin belli bir zamandaki/başlangıç zamanı durumunu, yani konum ve hızlarını bilmemiz halinde, herhangi bir zamandaki durumunu da kesinlikle bileceğimiz ilkesine dayanır. Bu anlayışın “A,A’dır” diye ifade edilen özdeşlik ilkesinden türeyen kesinlik savı, aslında belli nedenlerin belli sonuçlar yaratacağını öne süren bir zorunluluk/determinizm doktrinidir. Yani, bu fizik anlayışında, neden sayılan olgular yeteri kadar olgunlaşınca, bunu ister istemez bir sonuç olayı izler. Öyleyse, Newton fiziği kendisine Aristo mantığının özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerini temel alan bir kesinliği anlatmaktadır.

   Öte yandan; Lorentz’in, maddenin tek bir nedenselliğe bağlı olarak sürekli tekdüze deviniminin yerel olarak belirlenip belirlenmeyeceği kuşkusundan yola çıkan, Maxwell’den geçerek, Einstein’in “gözlemcinin devinimine bağlı olarak, mekan ve zamanın birbiriyle değişebilir nitelikte” olduğunu gösteren özel görelilik kuramına kadar uzanan, Heisenberg, Broglie ve Schrodinger’de asıl anlamını bularak, olasılığın yasalarına ulaşmayı amaçlayan yeni fizik anlayışına ne demeli? Bu anlayış “Bir sistemin başlangıç durumunun içerdiği koşullar -Newton fiziğinde olduğu gibi- önceden belirlenmiş olduğu kadar, rastlantısal da olabileceğini kafalarımıza çakıyor. Yani, sistemin başlangıç durumunda belli bir ölçüde “olasılık payı” bulunabilir. Eğer durum böyleyse, sistem herhangi bir zamanda da rastlantısallık öğesini içerecek ve bu da yeni bir olasılık payının ortaya çıkmasına yol açacaktır. (2) Üstelik, bu yeni fizik anlayışı, bizi, atomların boşlukta hareket ettiğini savunan Demokritosçu doğa anlayışına karşı çıkıp, Aristo’ya sarılan ve doğanın boşluğu barındıramayacağını düşünenlerin ortaya attığı “esir” anlayışından da kurtarmaktadır. Ses dalgalarının havasız ortamda yayılmadığının anlaşılmasının, ışık dalgalarının da boşlukta yayılamayacağını düşündürmesi, Aristo’yu aşamayan fizikçileri, uzayın ışığı iletebilen bir maddeyle kaplı olması gerektiği düşüncesine itmiştir. Bu maddeye bazıları “esir” derken, Newton, o herkesi kendisine hayran bırakan dehasıyla (!) bu maddenin “eter” olduğunu söyler ve üstelik, doğa düzeninin temelinde küçük parçacıklardan oluşmuş bir sıvı olan ve tüm uzayı kaplayan eterin varlığını savunur. Yoğunluğu sürekli olarak değişen eter, içinden geçmekte olan ışık taneciklerinin yönünü de değiştirmektedir. Newton daha da ileri giderek, tüm cisimlerin yoğunlaşmış eterden oluştuğunu ileri sürer. Eterin yerküre biçiminde yoğunlaşması, büyük cisimleri aşağı doğru taşıyan ve onların ağır görünmelerine neden olan, yerküreye doğru sürekli bir eter deviniminin varlığını gerektiriyordu. Dolayısıyla eterin “güneş” biçiminde yoğunlaşması da benzer eter devinimine neden oluyor ve bu oluşum da gezegenleri yörüngesinde tutuyordu. Newton eterin “güneş”i oluşturacak biçimde yoğunlaşmasını açıklarken, evrensel kütle çekim yasasının da temelini attığının belki de farkında değildi.

   Oysa, Maxwell devinim durumundaki elektrik yüklü madde parçacıkları üzerinde araştırmalar yaparak, bu parçalar arasındaki çekim enerjisinin elektromanyetik alanlar yarattığını ve ışığın da bu alanın optik ve elektrik özellikleri sayesinde boşlukta devinebileceğini saptadı. Maxwell –Newton’un aksine- kuramında eter sürüklenmesinden hiç söz etmedi. Newtoncu anlayıştan kendisini kurtaramayan bazı bilim adamlarının etere ilişkin devinimleri algılama ve eter sürüklenmesini Maxwell’in kuramına yamama çabaları da bir yarar sağlamıyordu.

   Newton fiziği günlük yaşamla ilgili sistemler için yeterli göründüğü halde, evrene ilişkin tanımlamalar söz konusu olunca yetersiz kalıyordu. Oysa, yeni fizik/kuantum fiziği evrene ilişkin açıklamalarda rastlantılara da yer vererek birçok güçlüğü aşabildi. Öte yandan, yeni fizik, Euclidesçi geometri anlayışını da bir kenara bırakarak uzay geometrisine yönelmiş ve bilimde yeni ufuklar açmıştı. Yeni fizik bunlarla yetinmiyor, aynı zamanda olasılığın yasalarını da bildirip, bu olasılığın ortaya çıkma durumlarını birtakım matematiksel işlemlerle göstermeye de çalışıyordu. Yeni fiziğin denklemleri artık kesinliği değil, olasılığı gösteriyor ve parçacığın nerede bulunması gerektiğini değil, olasılık genliğine göre nerede bulunabileceğini gösteriyordu.Yani, yeni fizik doğayla ilgili tüm bilgilere ulaşılsa bile, kesin bir sonuca varılamayacağını bize gösteriyor, üstelik parçacıkların özgür isteminden de söz ederek, Aristo mantığının özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerine dayanan sözde bilimsel kesinliği ortadan kaldırıyordu. Örneğin, Heisenberg bir elektron belli bir andaki yerini ve hızını kesin olarak saptamanın söz konusu olamayacağını, araçlarımız ve yöntemlerimiz ne kadar gelişmiş olursa olsun, bir belirsizlikle karşılaşacağımızı dile getirir. Heisenberg’e göre, parçacığın yer durumu düzeltilse ve belirlense, hızı üzerindeki açıklık azalacak, ya da ortadan kalkacaktır. Ya da elektron uzaktan bir ışık demetiyle aydınlatılsa, parçacığın aldığı ışık ona etki edecek ve parçacık zaten yerinde durmadığından, kesin bir belirleme yine yapılamayacaktır.

   Schrodinger de ünlü deneyinde, denek olarak kullanılan kedinin ölmesini ya da yaşamasını rastlantıların belirlediğini gösterir: “Duvarlardan ne içeriye, ne de dışarıya hiçbir fiziksel etkinin geçemeyeceği kadar yetkin bir biçimde yapılmış kilitli bir sandık düşünelim. Sandığın içinde bir kedi ve ayrıca herhangi bir kuantum olayı tarafından çalıştırılmaya hazır bir aygıt bulunsun. Kuantum olayı meydana geldiği anda, aygıt, içinde siyanür bulunan bir şişeyi kırar ve kedi ölür. Böyle bir olay oluşmazsa kedi yaşar.”

   Schrodinger’in özgün tanımında kuantum olayı bir radyoaktif atomun parçalanmasıdır. Roger Penrose bunu biraz değiştirerek, kuantum olayını bir fotoselin bir foton tarafından uyarılması olarak ele alır. Bu olayda foton önceden belirlenen bir durumdaki ışık kaynağı tarafından üretilmiş yeri saydam ayna tarafından yansıtılmaktadır. Aynadaki yansıma fotonun dalga fonksiyonunu iki kısma ayırır. Bunlardan biri yansıtılırken, diğeri aynadan geçer. Yansıtılan fotonun dalga fonksiyonu bir fotoselde odaklanır. Böylece, eğer foton fotoselde kaydediliyorsa yansıtılmış demektir. Bu aşamada siyanür gazı serbest kalır ve kedi ölür. Fotosel kayıt yapmazsa, foton yarı saydam aynadan geçerek arkadaki duvara iletilmiş demektir ve kedi kurtulur. Foton yansıdığı için fotoselin kayıt yaparak “gözlemlenmiş” olduğu ve kedinin öldüğü, ya da fotoselin kayıt yapmadığı için “gözlemlenmediği” ve kedi ölmediği için, gözlemci fotonun iletilmiş olduğunu kabul edecektir. Bu iki olasılıktan birinin gerçekleşme olasılığı yarı yarıyadır.

   Yani, bir doğa olayında A nedeninin gerçekleşmesi durumunda, onun zorunlu sonucu olarak, B’nin gerçekleşeceği beklenmemelidir. A’nın gerçekleşmesi durumunda B gerçekleşse bile, B’nin neden gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Önce A’yı, sonra B’yi, ya da önce B’yi, sonra A’yı ölçmeye çalışsak da farklı sonuçlarla karşılaşırız.

   Kuantum kuramı olanaklı ve olanaksız ölçmeler arasına kesin bir çizgi çizilmesiyle ilgili bir kural içermez. Örneğin, bir doğru üzerinde devinim durumunda olan bir parçacığı ele alalım. Newton fiziğine göre, bu parçacık konusunda bilmemiz gereken şey sadece konumu ve hızıdır. Yeni fiziğe göre ise, biz yalnızca parçacığın bulunabileceği olası yerleri saptayabiliriz. Çünkü parçacıklar kendi yerini kendi istemiyle belirliyor.

   Öyleyse; böyle bir durumda ne yapacağız? Einstein’e bakılırsa, “Tanrı evrenle zar atmaz.” Einstein Tanrının evrende olasılıklara yer verebileceği düşüncesine kesinlikle karşıdır. Ama, ister istemez insanın “her yargı ve onun çelişiği için doğru ya da yanlış birçok kanıt bulunabilir” diyen ve gerçek bilgenin kesin yargılardan kaçınması gerektiğini söyleyen septiklere hak veresi geliyor. Bir de, işin kolayına kaçmak var. Yani, parçacıkların özgür isteminden kaynaklanan olası durumları bir tanrısal isteme bağlayıp işin içinden sıyrılmak ve Boutroux’nun “Zorunsuzluk Doktrini”nde anlattıklarına kapılarak, neden-sonuç ilişkisinden kaynaklanan doğa yasalarının bir olayı açıklamada yetersiz kaldığını söyleyip, evreni açıklamada ancak bir tanrısal yasadan yarar ummak… Bir seçenek daha var elimizde: Evrenin kendi doğal düzeninin yasalarına göre işlediğini bilmekle birlikte, doğada hiç de görmezlikten gelemeyeceğimiz bir rastlantısallığın varlığını kabul etmek… Schrodinger’in kedisinin hem ölü, hem de diri olabileceğini düşündüğümüz gibi, iyinin de kötünün de, doğrunun da yanlışın da, birliğin de çokluğun da aynı şeyin iki yüzü olduğunu bilmek…

   Yeni fizik, doğa dünyasındaki olasılıkları gözümüze sokup, bizim kesin yasa ve yargılara duyduğumuz güveni bir ölçüde sarsarken, nesneye ve doğaya ilişkin bir bilgi vermeyen ve aklın ürünü olarak kesin doğrunun ancak kendi alanında bulunduğunu savunan matematik ne yapıyor? Tüm matematikçilerin en büyük umudunu, yani matematiği kesin biçimde tanımlanmış çıkarımlara ve aksiyom denilen tümüyle anlaşılabilir temel yargılara oturtma ve tamsayılarla ilgili her aksiyomun doğruluğunun ya da yanlışlığının sistematik biçimde kanıtlanma düşünü Avusturyalı matematikçi ve mantıkçı Kurt Godel ortadan kaldırmış… Godel bunu çıkarım kurallarının ve herhangi bir sonlu sayıdaki aksiyomun değişmez kılınması durumunda, ne doğruluğu ne de yanlışlığı kanıtlanabilen anlamlı önermelerin bulunduğunu göstererek gerçekleştirir. Niels Henrik Abel de beşinci dereceden genel bir polinomun köklerinin bilinen yöntemlerle bulunmasının olanaksızlığını gösteriyor. Abel, her denkleme aynı biçimde uyguladığımızda bize çözümleri verecek bir yöntemin olmadığını dile getiriyor. Yani iki, üç ve dördüncü dereceden denklemler için elimizde bir çözüm yöntemi var ve katsayılar ne olursa olsun, formülde yerine koyunca sonucu buluyoruz. Fakat Abel böyle bir formülün beşinci dereceden denklemlerde bir işe yaramadığını göstererek, matematikçileri çözümü olanaksız bir sorunla karşı karşıya bırakıyor.

   Konuyu Nermi Uygur’dan (3) bir alıntıyla bağlamak istiyorum: “En büyük bilgisizlik, bilgili bilgisizliktir. En büyük bilgi, bilgi diye bilinenlerden başka bilgilerin de olduğunu bilmektir. Nesneleri, olayları, durumları, ilişkileri, süreçleri tek bir açıklama kalıbına sığdırmaya yeltenmek, hem dünyayı darlaştırmak, hem insanı küçültmektir. Açıklama güzel şey –çeşitli açıklama yollarını bilen için ama.- Örneğin, ağaçların yeşilini ”ışın bileşimi” başlığı altında topladığımız belirli bir düşünme işlemiyle kendimizi aydınlık kıldığımızı söyleyebiliriz. Bu, yararlandığı yöntem, kotardığı deneylerle fizik bir aydınlatma olarak saygıdeğer bir başarıdır, kuşkusuz. Ne var ki, bu açıklamanın biricik geçerli yol olduğunu savunmak, pek çok kimse bu yolun yolcusu olmaya özense de, insanı çileden çıkaran bir tutumdur aslında…”
…………………………………………………………

NOTLAR:

(1) “Sorgulayan Denemeler” – Bertrand Russell- Çev. Nermin Arık- Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara 1995
(2) “Rastlantı ve Kaos” – David Ruelle- Çev. Deniz Yurtören- Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara 1999
(3) “Yaşama Felsefesi” – Nermi Uygur- Çağdaş Yayınları- İstanbul, 1984
 
Feridun Orhunbilge
Emekli Felsefe Öğretmeni

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder