İnsanlar yüzlerce yıl kendisine bilim adamı diyen bazı kimselerin “kesinlikle doğrudur” diye sundukları bilgileri , gerçekten, tek kesin doğru olarak benimsediler. Üstelik, bununla da yetinmeyip, doğru bildiği bu bilgiler üstüne yeni kuramlar oluşturmaya da giriştiler. Örneğin, Empedokles’den başlayıp, modern kimyanın kurulmasına kadar geçen yüz yıllarda evrenin ve tüm varlıkların temelinde hava, su, ateş, toprak gibi dört temel öğenin var olduğu sanıldı. Fizikte Newton’u tek otorite sayan anlayış terk edildi. Onun, doğa düzenin temeline, küçük parçacıklardan oluşmuş bir sıvı olan ve tüm uzayı kapsayan “eter”i koyan görüşü bugün kimseyi ilgilendirmiyor. Çünkü, artık ışığın, dünyanın hareketine ve kaynağının gücüne bağlı olmaksızın, yani onun kaynağına gitseniz de, ondan uzaklaşsanız da hep aynı hızla, saniyede 299.792 km. hızla yol aldığı biliniyor. Işığın parçacıklar halinde mi, yoksa dalgalar halinde mi yayıldığı tartışmasına bir de ışığın kendi kararına bağlı olarak, kimi zaman parçacıklar, kimi zaman dalgalar halinde yayıldığı görüşü eklenmiş… İnsanoğlu yeni tartışma konuları bulmuş kendisine. Örneğin, ışık hep aynı hızla yol alıyorsa, bunun sonuçları neler olabilir? Işıktan daha hızlı giden bir araçla yolculuk yaparsak neler görebiliriz? Önce evrenin ters-yüz olması ve insanın kendisi aynadaki görüntüsü durumuna gelmez mi? Belki de, dindarların “öbür dünya” dediği başka bir evren boyutuna geçilecek. Yıldızlar eksi değerde kütlelere sahip olacaklar, kozmik zaman da geriye doğru akacak. Neyse ki, Einstein, Lorenz ile Fitzgerald’ın geliştirdiği araştırmaları kendi kuramına katarak yaptığı bir hesaplamayla bu soruları yanıtlayıp bizleri rahatlatıyor. Bu hesaplamalara göre, ışık hızına ulaşan-onu aşmayan- bir aracın kütlesinin sonsuz olması gerektiğinden, böyle bir aracı harekete geçirecek olan bir motorun gücünün de sonsuz olması ve aracın uzunluğunun da sıfır olması gerekmektedir ki, böyle bir aracın var olması olanaksızdır.
Öyleyse, insanoğlunun doğruluğuna kesinlikle güven duyduğu bilgilerin ve bu bilgilere dayanarak oluşturduğu sözde bilimsel kuramların güvenilirliğini neye dayanarak savunacağız? Böyle bir soruyu tartışmaya başlamadan önce, “doğru-yanlış” kavramlarının anlamını belirlemek ve bu kavramlar üzerinde bir anlam birliği oluşturmak zorunda değil miyiz? Bu kavramları çoğu kez farklı alanlarda ve farklı anlamlarda kullanmıyor muyuz? Örneğin, “1+1=2” önermesine “doğru dediğimiz gibi, “tahta parçası suda yüzer” önermesine de doğru diyoruz. İnsan öldürme eyleminin yanlış olduğunu söylediğimiz halde, Mussolini’nin öldürülmesini doğru buluyoruz. İnançlı bir insan cin-peri gibi soyut ve mistik varlıkların gerçekliğini deneysel olarak kanıtlayamasa da, din kitaplarının cini ateşten ya da dumandan yaratılmış varlıklar olarak açıklamasına “doğru” diyebiliyor. Öyleyse, “doğru” nedir, “yanlış” nedir?
Konuya pozitif bilimler açısından yaklaştığımızda işimiz oldukça kolay görünüyor. Olgular dünyasıyla ilgili olarak dile getirilen bir yargı gözlem ve deneyle kanıtlanabilir olduğundan, biz o bilgiye hemen “doğru” diyoruz. Burada özellikle “doğru-yanlış” kavramlarının olgulara değil, olgulara ilişkin olarak dile getirilen yargılara özgü bir değerlendirme olduğunun altını çizmek zorundayız.
Felsefe ise, Aristo’dan bu yana, “doğru”yu nesnel gerçekliğe uygunluk olarak tanımlamakta… Aristo “Metafizik” isimli eserinde “doğru-yanlış” kavramlarına şöyle bir tanım getiriyor: “Var-olanın olmadığını söylemek veya var-olmayanın olduğunu söylemek yanlış; buna karşılık, var-olanın olduğunu, var-olmayanın olmadığını söylemek ise doğrudur.”
Yeni Ontolojinin kurucusu Nicolai Hartmann da bu tanımı geliştirerek doğruluğu “nesnelerin zihinsel tasarımlarıyla nesne arasındaki uygunluğa” bağlıyor ve zihindeki tasarımla nesne arasında uygunluk varsa, o bilgiye “doğru”, uygunluk yoksa da “yanlış” diyor.
“1+1=2”, ya da “bir üçgenin iç açıları toplamı iki dik açıdır” biçimindeki matematik önermelerin doğruluğu ise, onların aklın ürünü olmasına ve herkes tarafından doğru kabul edilmesine dayanıyor… Öyleyse, matematiksel önermelerin doğruluğu salt akılsal doğruluktur ve algılanabilir dünyayla ilintili değildir.Yani, yalnızca mantık ve matematik alanında karşılaştığımız akıl doğrusu/mantık doğrusu kavramları nesnelere ilişkin bir yargılamayı içermez, çünkü matematiğin ve mantığın konusu nesnel değil, zihinseldir. Bunları dile getirirken, matematiği salt insan aklının ürünü olarak gören anlayışı benimsediğimizi de özellikle belirtmede yarar var. Oysa, kimi matematikçiler, matematiğin evrenin tanrısal düzeni içinde var olduğunu ve matematikle uğraşmanın, aslında doğanın Tanrı tarafından oluşturulmuş yetkin düzenini görmekten başka bir şey olmadığını da söylüyorlar. Oysa, biz matematik önermeleri insanların ortak anlamlar yüklediği “sayı” ve “şekil” kavramlarından türeten görüşe ağırlık vererek, matematiksel yargıların “doğru-yanlış” olarak değerlendirilmesinde nesnel dünyayla bir ilinti kurmuyoruz. Örneğin, Bertrand Russell da, matematiğin 0,1,2,3…n sayılarının, n+1 dizisinden kaynaklandığını savunur. Sayıların tanımı için de Peano’nun “sıfır”, “sayı” ve “ardışık” kavramlarının tanımından oluşan ilksel önermeleri ele alır. Bu ilksel önermelerden birincisi “0 bir sayıdır” olduğuna göre, sayılar birer ad olarak görülüyor demektir. (1) Şimdi, “0 bir sayıdır” diye tanımlanınca, buna ardışık sayıları birer birer ekleyerek 1,2,3…n sayısına ulaşıyoruz ve her sayı n+1 olarak tanımlanıyor. Böylece, sayılar, nesnelerin niteliği olmaktan çıkıp, birer zihinsel varlıklar olarak karşımıza çıkmakta ve ortak kabullere dayandığı için de doğruluğunun kesinliği dile getirilmektedir.
Mantık alanında doğruluk da, Aristo’nun “Organon”unda dile getirdiği akla upuygun olan düşünme ilkelerine dayanır. Doğru düşünmenin zorunlu ve olmazsa olmaz ilkeleri sayılan özdeşlik ve çelişmezlik ilkeleri, bir şeyin yalnız kendisi olması, hem kendisi, hem de başka bir şey olmaması durumunun anlatımıdır. Yani, “A,A’dır/İnsan insandır” ve “A, A-olmayan değildir/kedi insan değildir” deyişlerinden başka bir anlam taşımaz. Özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerinden türetilen “Üçüncü Halin Olanaksızlığı” ilkesi de “A ile A-olmayan dışında üçüncü bir hâl düşünülemez/insan ya insandır, ya insan değildir, başka bir şey olamaz” biçiminde dile getirilir. Bu ilkenin dayandığı temel de, A ile A-olmayanın düşünülebilen tüm şeyleri, yani düşünme evrenimizi kapsadığıdır. (2)
Matematik ve mantık, nesnel dünyada hiçbir gerçekliği olmayan soyut zihinsel kavramlarla ilgilendiğinden, onların doğruluğu, gözlem ve deneyle kanıtlanma olanağı bulunmayan akıl doğrularıdır. Bu yüzden de, matematik ve mantık yalnızca ortak kabullere, ar tanımlarına ve kanıtlamaya dayanan (dedüktif) bilimler olarak aynı yapıya sahiptirler. Sözgelimi, matematikte “1+1=2” önermesiyle, mantıkta “A, A’dır” önermesi arasında özde hiçbir ayırım yoktur.Bu yüzden de, matematik ve mantık alanının “doğru-yanlış” değerlendirmelerinin temelinde özdeşlik ve çelişmezlik gibi iki temel düşünme ilkesi yatar. Yani, matematiksel ve mantıksal doğruluklar, bir şeyin kendisi olması anlamına gelen özdeşlik ilkesinin kesin doğru olarak kabul edilmesine dayanır. Sözgelimi, deneysel olarak kanıtlamaya hiç gerek duymadan, biçimsel/formel olarak doğru sayılan başlangıç önermesinin, yani “A, A’dır” ilkesinin doğru olmadığı ortaya konduğu anda, matematik ve mantık alanlarında doğru olarak değerlendirilen önermelerin doğruluğundan eser kalmaz.
Öte yandan; davranışlarımızın belirlenen ahlâk ilkelerine uygun olanlarını biz “doğru davranışlar” olarak nitelediğimiz halde, böyle bir değerlendirme kavramsal olarak uygun değildir. Çünkü, ahlâk davranışlarının değer yargıları “iyi-kötü” yargılarıdır ve bunların bilgiye ilişkin “doğru-yanlış” yargılarıyla karşılanması söz konusu olamaz.
Doğru-yanlış kavramlarının hem zihinsel, hem de deneysel bilgilerimize ilişkin değerlendirmelerimizi belirttiğini söyledikten sonra, aklımıza takılan başka bir soruyla sürdüreceğiz tartışmamızı… Bundan sonraki tartışmamızın ana konusu “Bilimsel Yasaların Kesinliği Üstüne” olacak… Yani, pozitif bilimlerin yasalarına ve bu yasaların temel oluşturduğu bilimsel kuramlara kesin güven duyabilecek miyiz?
……………………………………………………………………………………
NOTLAR:
(1) “İnsan Felsefesi – Vehbi Hacıkadiroğlu- Cem Yayınevi,İst.1997
(2) “Mantık” – Doğan Özlem - Ara Yayıncılık, İst. 1991
Öyleyse, insanoğlunun doğruluğuna kesinlikle güven duyduğu bilgilerin ve bu bilgilere dayanarak oluşturduğu sözde bilimsel kuramların güvenilirliğini neye dayanarak savunacağız? Böyle bir soruyu tartışmaya başlamadan önce, “doğru-yanlış” kavramlarının anlamını belirlemek ve bu kavramlar üzerinde bir anlam birliği oluşturmak zorunda değil miyiz? Bu kavramları çoğu kez farklı alanlarda ve farklı anlamlarda kullanmıyor muyuz? Örneğin, “1+1=2” önermesine “doğru dediğimiz gibi, “tahta parçası suda yüzer” önermesine de doğru diyoruz. İnsan öldürme eyleminin yanlış olduğunu söylediğimiz halde, Mussolini’nin öldürülmesini doğru buluyoruz. İnançlı bir insan cin-peri gibi soyut ve mistik varlıkların gerçekliğini deneysel olarak kanıtlayamasa da, din kitaplarının cini ateşten ya da dumandan yaratılmış varlıklar olarak açıklamasına “doğru” diyebiliyor. Öyleyse, “doğru” nedir, “yanlış” nedir?
Konuya pozitif bilimler açısından yaklaştığımızda işimiz oldukça kolay görünüyor. Olgular dünyasıyla ilgili olarak dile getirilen bir yargı gözlem ve deneyle kanıtlanabilir olduğundan, biz o bilgiye hemen “doğru” diyoruz. Burada özellikle “doğru-yanlış” kavramlarının olgulara değil, olgulara ilişkin olarak dile getirilen yargılara özgü bir değerlendirme olduğunun altını çizmek zorundayız.
Felsefe ise, Aristo’dan bu yana, “doğru”yu nesnel gerçekliğe uygunluk olarak tanımlamakta… Aristo “Metafizik” isimli eserinde “doğru-yanlış” kavramlarına şöyle bir tanım getiriyor: “Var-olanın olmadığını söylemek veya var-olmayanın olduğunu söylemek yanlış; buna karşılık, var-olanın olduğunu, var-olmayanın olmadığını söylemek ise doğrudur.”
Yeni Ontolojinin kurucusu Nicolai Hartmann da bu tanımı geliştirerek doğruluğu “nesnelerin zihinsel tasarımlarıyla nesne arasındaki uygunluğa” bağlıyor ve zihindeki tasarımla nesne arasında uygunluk varsa, o bilgiye “doğru”, uygunluk yoksa da “yanlış” diyor.
“1+1=2”, ya da “bir üçgenin iç açıları toplamı iki dik açıdır” biçimindeki matematik önermelerin doğruluğu ise, onların aklın ürünü olmasına ve herkes tarafından doğru kabul edilmesine dayanıyor… Öyleyse, matematiksel önermelerin doğruluğu salt akılsal doğruluktur ve algılanabilir dünyayla ilintili değildir.Yani, yalnızca mantık ve matematik alanında karşılaştığımız akıl doğrusu/mantık doğrusu kavramları nesnelere ilişkin bir yargılamayı içermez, çünkü matematiğin ve mantığın konusu nesnel değil, zihinseldir. Bunları dile getirirken, matematiği salt insan aklının ürünü olarak gören anlayışı benimsediğimizi de özellikle belirtmede yarar var. Oysa, kimi matematikçiler, matematiğin evrenin tanrısal düzeni içinde var olduğunu ve matematikle uğraşmanın, aslında doğanın Tanrı tarafından oluşturulmuş yetkin düzenini görmekten başka bir şey olmadığını da söylüyorlar. Oysa, biz matematik önermeleri insanların ortak anlamlar yüklediği “sayı” ve “şekil” kavramlarından türeten görüşe ağırlık vererek, matematiksel yargıların “doğru-yanlış” olarak değerlendirilmesinde nesnel dünyayla bir ilinti kurmuyoruz. Örneğin, Bertrand Russell da, matematiğin 0,1,2,3…n sayılarının, n+1 dizisinden kaynaklandığını savunur. Sayıların tanımı için de Peano’nun “sıfır”, “sayı” ve “ardışık” kavramlarının tanımından oluşan ilksel önermeleri ele alır. Bu ilksel önermelerden birincisi “0 bir sayıdır” olduğuna göre, sayılar birer ad olarak görülüyor demektir. (1) Şimdi, “0 bir sayıdır” diye tanımlanınca, buna ardışık sayıları birer birer ekleyerek 1,2,3…n sayısına ulaşıyoruz ve her sayı n+1 olarak tanımlanıyor. Böylece, sayılar, nesnelerin niteliği olmaktan çıkıp, birer zihinsel varlıklar olarak karşımıza çıkmakta ve ortak kabullere dayandığı için de doğruluğunun kesinliği dile getirilmektedir.
Mantık alanında doğruluk da, Aristo’nun “Organon”unda dile getirdiği akla upuygun olan düşünme ilkelerine dayanır. Doğru düşünmenin zorunlu ve olmazsa olmaz ilkeleri sayılan özdeşlik ve çelişmezlik ilkeleri, bir şeyin yalnız kendisi olması, hem kendisi, hem de başka bir şey olmaması durumunun anlatımıdır. Yani, “A,A’dır/İnsan insandır” ve “A, A-olmayan değildir/kedi insan değildir” deyişlerinden başka bir anlam taşımaz. Özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerinden türetilen “Üçüncü Halin Olanaksızlığı” ilkesi de “A ile A-olmayan dışında üçüncü bir hâl düşünülemez/insan ya insandır, ya insan değildir, başka bir şey olamaz” biçiminde dile getirilir. Bu ilkenin dayandığı temel de, A ile A-olmayanın düşünülebilen tüm şeyleri, yani düşünme evrenimizi kapsadığıdır. (2)
Matematik ve mantık, nesnel dünyada hiçbir gerçekliği olmayan soyut zihinsel kavramlarla ilgilendiğinden, onların doğruluğu, gözlem ve deneyle kanıtlanma olanağı bulunmayan akıl doğrularıdır. Bu yüzden de, matematik ve mantık yalnızca ortak kabullere, ar tanımlarına ve kanıtlamaya dayanan (dedüktif) bilimler olarak aynı yapıya sahiptirler. Sözgelimi, matematikte “1+1=2” önermesiyle, mantıkta “A, A’dır” önermesi arasında özde hiçbir ayırım yoktur.Bu yüzden de, matematik ve mantık alanının “doğru-yanlış” değerlendirmelerinin temelinde özdeşlik ve çelişmezlik gibi iki temel düşünme ilkesi yatar. Yani, matematiksel ve mantıksal doğruluklar, bir şeyin kendisi olması anlamına gelen özdeşlik ilkesinin kesin doğru olarak kabul edilmesine dayanır. Sözgelimi, deneysel olarak kanıtlamaya hiç gerek duymadan, biçimsel/formel olarak doğru sayılan başlangıç önermesinin, yani “A, A’dır” ilkesinin doğru olmadığı ortaya konduğu anda, matematik ve mantık alanlarında doğru olarak değerlendirilen önermelerin doğruluğundan eser kalmaz.
Öte yandan; davranışlarımızın belirlenen ahlâk ilkelerine uygun olanlarını biz “doğru davranışlar” olarak nitelediğimiz halde, böyle bir değerlendirme kavramsal olarak uygun değildir. Çünkü, ahlâk davranışlarının değer yargıları “iyi-kötü” yargılarıdır ve bunların bilgiye ilişkin “doğru-yanlış” yargılarıyla karşılanması söz konusu olamaz.
Doğru-yanlış kavramlarının hem zihinsel, hem de deneysel bilgilerimize ilişkin değerlendirmelerimizi belirttiğini söyledikten sonra, aklımıza takılan başka bir soruyla sürdüreceğiz tartışmamızı… Bundan sonraki tartışmamızın ana konusu “Bilimsel Yasaların Kesinliği Üstüne” olacak… Yani, pozitif bilimlerin yasalarına ve bu yasaların temel oluşturduğu bilimsel kuramlara kesin güven duyabilecek miyiz?
……………………………………………………………………………………
NOTLAR:
(1) “İnsan Felsefesi – Vehbi Hacıkadiroğlu- Cem Yayınevi,İst.1997
(2) “Mantık” – Doğan Özlem - Ara Yayıncılık, İst. 1991
Feridun Orhunbilge
Emekli Felsefe Öğretmeni
Emekli Felsefe Öğretmeni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder