NIETZSCHE’Yİ İYİ TANIMAK…


“Size üstün insanı öğretiyorum. İnsan
aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız?”

NIETZSCHE

   Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi Profesörü, ünlü yazar Irvin D. Yalom’un “Nietzsche Ağladığında” isimli eserini bir solukta okuyuverdiğimizde, Nietzsche ile bütünleşiyor ve onu benliğimizde duyumsuyoruz. Bir Nietzsche tutkunu olup çıkıveriyor, onun kurulu düzene ve yerleşik düşünce sistemlerine karşı çıkışında kendimizden bir şeyler buluyoruz. Bilinçaltında uyutmaya çalıştığımız anarşist duygularımız uyanıveriyor birden… Sonra onun felsefesinin biraz daha derinlerine inmeye çalışıyoruz. Karşımıza ilk kez “Böyle Buyurdu Zerdüşt” çıkıyor. Sonra, “Ahlakın Soykütüğü Üstüne”… Sonra “İyinin ve Kötünün Ötesinde”, “İşte İnsan”, “Tragedyanın Doğuşu” ve öteki eserleri… “Yazılarımın havasını soluyabilen insan, bunun yüksek bir yer havası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi…” Okudukça şaşırıyoruz, o yüksek yerlerin havasını soluyabilmek için -üşütme tehlikesini de göze alarak- çabalıyoruz. Dilimizden düşüremiyoruz onu. Konuşmalarımızın ve tartışmalarımızın, temellendirmelerimizin baş köşesine yerleşiveriyor Nietzsche. Çünkü o yalnızlığı seçmiş, acılarıyla barışmış ve ihaneti tatmış bir filozof, yani kendimizden bir parça…

   “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız. Önce kül olmadan kendinizi nasıl yaratabilirsiniz?” diye soruyor Nietzsche… Kendini yenilemek uğruna, kendi alevlerinizde yanmaya hazır bir devrimciye yol gösterici oluyor böylece.

   Sonra Tanrıyı öldürüyor. “Tanrı öldü artık! Ey yüksek insanlar, bu Tanrı sizin en büyük tehlikenizdi. Ancak o mezara gireli dirildiniz siz. Ancak şimdi efendi olabilir yüksek insan…” Aklını kendi efendisi kılmak isteyenin de yanında filozofumuz. “Öldü tüm tanrılar. Şimdi artık üstün insan yaşasın isteğimiz…” Sonra ekliyor: “Ben size üst-insanı öğretiyorum. Aşılması gereken bir varlıktır insan. Ne yaptınız onu aşmak için? Şimdiye değin tüm varlıklar kendilerini aşan bir şey yaratmışlar: Siz bu büyük yükselişin inişi olmayı, insanı aşmaktansa hayvana dönmeyi mi istiyorsunuz?” “Üst-insan (Ubermensch)” diyor Nietzsche. Böylece, belki de ilk kez, bilinçaltımızı kaplayan üstün insan olma tutkularımızı, kendimizi, kendi çocukluğumuzun çizgi roman kahramanı Süpermen’le bütünleştiren tutkulu ve gizli düşlerimizi açık yüreklilikle ortaya seren, insana tanrısallığın o anlatılamaz tadını tattıran bir filozofla karşılaşıyor ve onu seviyoruz.

   Diyalektiğin tez-antitez karşıtlığının bir sentez için var olduğu, ya da karşıtlıkların yeni bir doğuma yol açarak süreklilik kazandığı ilkesini teolojik bir açıklama sayarak yadsıyan, bu anlamda diyalektiği, Marksist felsefeyi, genel belirlemelerle gelecek üstüne sistem kuran tüm düşünceleri Tanrı fikriyle bir tutarak tümüne birden karşı çıkan cesaretine hayran oluyoruz. Tüm iktidar sistemlerine başkaldırının öncüsü olma onurunu yükleyerek, yeni bir dönemin kurucusu sayıyoruz Nietzsche’yi…

   Bazen de, Nietzsche dendiğinde tiksintiyle yüzlerin buruştuğunu, sevginin nefrete dönüştüğünü de izliyoruz. Zayıf, çelimsiz, hastalıklı bir bedenin ve psikopat bir ruhun sahibi olan bir zavallının, kendi aşağılık duygusunu tatmin etmek için bir “üst-insan” kuramına sarıldığını söylüyoruz. Tanrıyı öldüren bir dinsizle, Marksizmi yadsıyan bir faşistle, ahlâkı ve erdemi yok etmeye çalışan bir anarşistle yüz yüze gelmek midesini bulandırıyor bazı insanların… Üreten, yaratan, emeğiyle geçinen insanı “ayak takımı” sayan Nietzsche’yi okumak öfkelendiriyor bizi zaman zaman… “Şehvete düşkünlükleriyle kutsal suyu ağulayan” , ya da “taş yüreklerini ateşe tutsalar, ateşi tedirgin eden ayak takımı”nı yaşam için gereksiz gören, “Ağulu pınarlar yaşama gerek mi ve pis kokan ateşler ve kirli düşler ve yaşam ekmeğinin içindeki kurtlar yaşam için gerekli mi ki, ayak takımı gerekli olsun?” diyen Nietzsche kızdırıyor bizleri… “Üst- insan avamla (sıradan insan-halk) aynı havayı solumayacak, aynı çeşmeden su içmeyecek…” diyen ve sıradan insanı, üst-insanın gelişmesi için tüketilmesi gereken kırıntılar sayan Nietzsche’yi faşizme ön-ayak olan bir filozof olarak görüp, ondan yüz çeviriyoruz.

   Peki, ama iyi tanıyor muyuz Nietzsche’yi? Onu yargılarken, sever ya da nefret ederken onu anlıyor ve düşünce dünyasındaki gerçek yerine yerleştiriyor muyuz?

   Öyleyse, gelin biraz daha yakından tanıyalım Nietzsche’yi ve onu çağının koşulları içinde irdelemeye, düşünce dünyasındaki gerçek yerini ve değerini doğru saptamaya çalışalım.

   William Friedrich Nietzsche 1844’de Almanya’da Lützen yakınlarında bir köyde doğdu ve 1900’de Weimar’da öldü…”diye başlıyor yaşam öyküsü…Bir papazın oğlu ve çok küçük yaşta babası ölünce, oldukça dindar bir kadın olan annesiyle yalnız kalıyor ve annesi gibi dindar olan kadınların yanında, kadınsı bir incelik ve duyarlılıkla yetiştiriliyor. İşte onun düşünce dünyasını belki de bu yaşam biçimi belirleyecek büyük ölçüde… On sekiz yaşında Tanrıya olan inancını da yitirecek. Çünkü, o, çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki yetiştirilme biçiminin yanlışlığının farkına varmış artık. Güçlü, sağlıklı ve gerçek bir erkek olmanın yollarını aramakta şimdi o… “Ben her ne değilsem, o Tanrı ve erdemdir işte…” diyen Nietzsche değildir artık. Benliğinde yitirdiği Tanrı duygusunun yerine “üst-insan”ı koymaya çalışmaktadır. Öğrencilik yıllarında, kurulmasına büyük emek verdiği “Germania” adındaki dernek, kısa bir süre içinde, edebiyatla uğraşanların, yazdıkları şiir ve denemeleri birbirine okuyup tartışanların toplandığı bir yer haline gelir. Nietzsche burada okunmak üzere yazdığı yazılarda yavaş yavaş kendi düşünce yapısını oluşturmaya başlamış ve ilk kez burada “üst-insan” deyimini kullanmıştır. Böyle bir düşüncenin biçimlenmesinde Lord Byron üzerine yaptığı incelemeler etkili olmakta ve bu deyimi daha çok Byron’un yiğitliklerini ve başarılarını anlatmak için kullanmaktadır. Bu sıralarda Schopenhauer’ı tanır ve onun “İstem ve Fikir Olarak Dünya” isimli eserini okur. Sanki Schopeanhauer bu eserini salt Nietzsche’yi düşünerek yazmıştır. Filozof, evrene bu eserin bakış açısıyla bakmaya başlar. Artık,o, evreni, varlık türlerini, insanları, olayları iyimser ve kötümser duyguların çatıştığı bir alan olarak görmekte, evreni iyi ve kötünün yeri olarak nitelemektedir. Böylece, bu yapıt Nietzsche’nin karamsar dünyasına açılan ilk kapı olur. “Eserde Schopenhauer’ın coşkusunu duyuyor ve karşımda onu görür gibi oluyordum. Her satırda bir özgeçi, bir katlanış ve bir boyun eğişten söz ediyordu…” demektedir. Katıldığı Avusturya-Prusya savaşında attan düşerek sakatlanması üzerine ordudan uzaklaştırılması, Schopenhauer felsefesinin aşıladığı karamsarlık duygusunu arttırır. Schopenhauer felsefesi ve Wagner müziğinin milliyetçi coşkusu ruhunda fırtınalar estirmektedir.

   Genç yaşta Basel Üniversitesi’nde klasik filoloji profesörü olan Nietzsche, Wagner’la yakın ilişkiler kurar. Onun için Wagner biricik gerçek sanatın kurucusudur. Fakat bir yandan da Wagner’de soylu bir ruhu incitecek bir bencillik olduğunu görmektedir. Sonunda, “Onun romantikliğindeki kadınsılıktan, başıboş şiirinden, idealist yalanlarından, en yiğit ruhlardan birini avucu içine alan şu insan vicdanının yumuşaklığından iğrenerek…” Wagner’dan kaçar. Artık Wagner onun için “…Budist içgüdülerini göklere çıkarıp, müziği ardına gizleyen…” ve “…kutsal haçın önünde yıkılıveren…” bir zavallıdır.

   “Tragedyanın Doğuşu” isimli şiirsel eserinde Diyonizos ve Apollon’dan söz eden Nietzsche, Diyonizos’un dizginlenmeyen erkeksi gücüyle, Apollon’un sakin, kadınsı güzelliğini gözler önüne serer. Ona göre, Apollon düzenin, biçimin ve kendini kısıtlamanın, Diyonizos ise tutku ve patlamaların ve yaşam gücünün simgesidir. Sanat da bu iki güç arasındaki dinamik çatışmadan başka bir şey değildir.Apollon ağır bastığında daha akılcı ve biçimsel bir sanat gelişir. Diyonizos ağır bastığında ise coşku dolu bir sanat… Önceleri Diyozinos’tur Nietzsche’nin gözde tanrısı. Fakat olgunluk yıllarında “Benim tanrım Diyozinos’tur, ama Apollonca konuşan bir Diyozinos…” diyerek, benliğinde iki duyguyu bütünleştirir. Yani, düzen, biçim ve kadınsı güzellikle, coşku dolu patlamalar ve yaşam gücü bir senteze ulaşır Nietzsche’nin kişiliğinde… Oysa, onun yaşadığı çağın, yani 19. yüzyılın kültürü, Diyozinosçu öğeyi yadsımakta ve yaşamı dışlayan Hristiyan dindarlığı her şeyi boğmaktadır.

   1897’de Nietzsche ağır bir hastalık geçirir, ölüm duygusu sarar tüm benliğini… Ama o yiğitçe hazırlanmaktadır ölüme. “Söz ver!..” demektedir kardeşine. “Ben ölünce tabutumun başında dostlarımdan başka kimseyi bulundurmayacaksın. Meraklı kalabalıktan uzak tutacaksın beni. İster rahip olsun, ister başka biri. Ben savunmasız kalmışken, mezarımın başında yalanlar söyleyecek kimseleri bulundurmayacaksın. Mezarıma özü-sözü doğru bir dinsiz gibi gireyim…” Fakat ölümü yener Nietzsche ve bu hastalık onda sağlıklı olma, güneş, yaşam ve “Carmen’in Güney Müziği” tutkusunu uyandırır. Yalnızlığı seçer. Alpler’in yükseklerine çekilir. Yüksek yerlerdeki yalnızlık duygusu onda yeni düşünceler uyandıracaktır:

“Oturmuş bekliyordum orada, neyi? Hiçbir şeyi,

Tadına varıyordum, iyi ve kötünün ötesinde,

Bazen aydınlığın, bazen gölgenin;

Derken dostum, ansızın bir, ikileşti,

Ve yanımdan Zerdüşt geçti…”

   Artık tüm duyguları coşmuş, ruhu sanki kabından taşmış gibidir. Yeni bir öğretmen bulmuştur kendisine: “Zerdüşt… Yeni bir tanrı. Üstün bir insan.” Bütün tanrılar ölmüştür artık. Derken o, yeni tanrının adını açıklar: “Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün insan yaşasın istemimiz… Size üstün insanı öğretiyorum. İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız?”

   Artık insan için Tanrı ölmüştür. İnsan kendi eliyle öldürmüştür onu. Fakat bu kez daha büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır: Tanrının ölümünün açtığı boşluğa yuvarlanmak ve yok olmak… Oysa en büyük tehlike, insanın en büyük olanağıdır da. İnsan ne yapıp edip, bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini de aşarak doldurmalıdır.İnsan bir köprü olarak değerlidir artık, üst-insana giden bir köprü… Üst-insan yalnızca insan değil, tüm yeryüzünün anlamıdır. Yeryüzünde var olan her şey üst-insanın yaratılmasına katkıda bulunduğu ölçüde haklı çıkarabilir var oluşunu… Sıradan insan “ayak takımı”dır onun gözünde. Yaşamın sevinç kaynağı olan tüm pınarları ağulayan ayak takımı… Onlar ki, “…yaş yüreklerini ateşe tutsalar tedirgin olur yalım. Ayak takımının ateşe yaklaştığı yerde ruhun kendisi kaynar da tütmeye başlar…” Ayak takımı gereksizdir yaşam pınarında. “Ağulu pınarlar yaşama gerek mi ve pis kokan ateşler ve kirli düşler ve yaşam ekmeğinin içindeki kurtlar yaşam için gerekli mi ki, ayak takımı gerekli olsun?...”

   Bundan sonraki düşünce yaşamını hep üst-insan belirleyecektir Nietzsche’nin… Ahlâk, demokrasi, devlet ve kadınla ilgili görüşlerinde hep üst-insanı arayacaktır. “İyinin ve Kötünün Ötesinde” isimli eserinde, insanın tüm eylemlerinin kaynağı olarak “güç istemi”ni görmekte ve üst-insanın gerçekleşmesine engel olan her şeye saldırmaktadır. Örneğin, ahlâk kölelerin hilelerinden başka bir şey değildir. Merhamet, eşitlik, kamu hakları, adalet, iyi, kötü gibi kavramları hep güçsüzler kendilerini korumak için yaratmışlardır. Merhamet mi dediniz? Merhamet insanı miskinleştiren toplum dışı bir duygudur. Seçkin insan acımaya başladığında bütün bir ulusu ve uygarlığı kendisi ile birlikte yıkmış olur. Oysa, insanların önderleri “Özgür ruhlar” olmalı ve bunlar iyinin de kötünün de ötesinde durmalıdır. Nietzsche “iktidarsızların iktidar iradesi” olarak gördüğü, insanları köleleştirdiğine inandığı ve “köle ahlâkı” adını verdiği Hristiyan ahlâkını yok etmeye çalışırken, onun yerine, üst-insana özgü efendi ahlâkını önermektedir. “Efendi (aristokrat) Ahlâkı” insanı soylu kılan güzellik, erk, yüreklilik, güç ve bunları arttıran tüm değerler üzerine oluşturulmaktadır. Hristiyan ahlâkı sıradan halkın, yığınların değerleri üzerine kurulan bir köle ahlâkıdır. Böyle bir ahlâkın ortadan kalkması için, her şeyden önce Hristiyanlığın ortadan kalkması gerekir. Çünkü, Hristiyanlık kötümserdir, merhameti sever, fakirleri, hastaları ve zavallıları korumaya çalışır. Güçlülerin hakkını tanımaz ve bu yüzden de toplumların gerilemesinin ve çökmesinin ana nedenidir.

   Nietzsche devleti de “organlaşmış bir ahlâksızlık” olarak niteler. “Devlet soğuk ifritlerin en soğuğudur. O soğuk hep yalan söyler. Devlet tüm iyi ve kötü dilleriyle yalan söyler, her söylediği şeyde yalan söyler ve sahip olduğu her şeyi çalmıştır…” Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli eserinde şöyle seslenmektedir insanlara: yalnız devletin bittiği yerde insan, yüzeysel olmayan insan başlar; orada eşsiz zorunluluğun türküsü, tek ve eşi olmayan bir melodi başlar…”

   Darwinci yaşam kavgasını ve yaşam savaşında güçsüz olanların yitip gideceğini savunan Nietzsche’ye göre, demokrasi, aşağı sınıfların üstün insanların üzerinde baskı kurduğu, sürünün seçkin insanları ezdiği bir yönetim biçimidir. Fransız Devrimi de eşitlik, özgürlük ve adaleti gerçekleştirmemiş, tersine, çoğunluğun, halk yığınlarının seçkin insanlar üstünde baskı kurmasını sağlamıştır. Ona göre, Fransız Devrimi “…Saltanat âsâsını aptal insanın, kuzunun, eşeğin, kızgın ve tüm şifa bulmaz bir biçimde yaygaracı ve modern düşünceler tımarhanesi için henüz olgunlaşmamış insanların eline vermiştir…”

   Güçlü insan, üst-insan, güç istemi, seçkin insan… Üst-insanın değerleri… Peki ama kadın neresindedir üst-insanın? Erkeğin, fizik olarak daha güçlü olduğu için, kadın üzerinde hakları vardır ona göre. Kadın yaradılışı gereği zayıftır ve kadının kaderi erkeğine bağlı olmak ve ona hizmet etmektir. Kadının köle olduğunu söyleyecek kadar ileri giden Nietzsche, kadında zayıflıkla birlikte, zayıflığın tüm kusurlarını da bulmaktadır. “Tüm kadınlar zayıflıklarını abartma konusunda incelikle doludurlar. Hatta kendilerine bir toz tanesinden bile zarar görecek yufka bir süs görünümünü vermek için zayıflıklar yaratmakta çok ustadırlar…” Öyleyse ne yapmalı? Nietzsche erkeklere bunun yolunu da gösterir: “Kadınlarla konuşmaya mı gidiyorsun? Kırbaçını unutma!...” Ya kendisini bilime adayan, kültürlü kadınlar? “Bilimden hoşlanan kadının cinsiyetinde genel olarak düzensiz bir şey var…” Kadın konusunda oldukça alaycı bir tavır takınmıştır Nietzsche: “Vakit geçirmek için havaya bir lâf attı, fakat bu yüzden bir kadın düştü…” gibi… Ya da “…Kadında her şey bir bilmecedir ve kadında her şeyin bir tek çözümü vardır: Ona gebelik derler…”

   Nietzsche’nin yaşamı gibi düşünceleri de dalgalı ve inişli çıkışlıdır. 1889 yıllarında artık o eski Nietzsche değildir. Bir söylentiye göre, aynı yılın bir ocak gününde, evinin önünde yaşlı bir atın kıyasıya dövüldüğünü görür ve birdenbire sokağa fırlar. Bağırır, çağırır, hıçkırarak ağlar ve atın boynuna sarılarak onu uzun uzun öper. Bu olay çağın Nietzche’sini tüm bağlantılarından ve bilinç dizginlerinden koparıp, çılgınlığın boşluğuna atmıştır. Bir başka söylentiye göre de, gençliğinin alabildiğine bağımsız ve özgür yaşadığı günlerinde düşüp kalktığı kadınlardan kaptığı frengi etkisini gösterip onu delirtmiştir. Ne olursa olsun, Nietzsche artık kendinde değildir. Bundan sonra “Çarmıha gerilen” ya da “Diyonizos” imzalı mektuplar yazar sağa sola… “Kendinden öte bir şeyi yaratmak isterken ölenleri çok severim…” demişti Zerdüşt’ün ağzından. Onun düşünce dünyasındaki karmaşa ve çağının tüm değerlerine verdiği savaş ruhsal dengesini bozmuştur. İlkin akıl hastanesine kaldırırlar Nietzsche’yi. Ama çok geçmeden annesi gelip çıkarır onu. Annesinin ölümü üzerine bakımını kız kardeşi üstlenir bir süre… Bir gün kız kardeşinin ağladığını görür, fakat göz yaşlarının nedenini anlayamaz. Bir ara kitaplarından söz edildiğini duyduğunda yüzü aydınlanır… “Yaaa!...” diye bağırır. “Ben de birkaç güzel kitap yazmıştım…” Ardından, o aydınlık yüzünden silinip gider.

   1900 yılında yaşama gözlerini yumar Nietzsche ve araştırmacılar onun için şu tümceyi not düşerler: “Dehası için onun kadar bedel ödeyen olmamıştır…”
Derleyen: Feridun ORHUNBİLGE
Emekli Felsefe Öğretmeni

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder