BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL SORUNLARI


A) İLK FİLOZOFLAR – DOĞA FİLOZOFLARI
Bilgi felsefesinin öncelikli konusu, insanın doğru bilgiye ulaşıp ulaşamayacağı sorununu çözümlemektir. Felsefi bağlamda bir soru ortaya atılıp tartışılmaya başlandığı anda, kuşkusuz, karşımıza farklı yanıtlar, farklı açıklamalar çıkacak ve filozoflar ortak bir yanıtta uzlaşamayacaklardır. Böyle bir tavır, hem felsefenin varlık nedeni, hem de onun gelişimini sağlayan itici güçtür.

İnsanın akıl, duyum, algı ve sezgi gibi yetenekleriyle ve sahip olduğu olanaklarla doğru bilgiye ulaşıp ulaşamadığı sorulduğunda, bazı düşünürler buna olumsuz yanıt verecekler ve insanın hiçbir zaman doğru bilgiye ulaşamayacağını, dolayısıyla kendisine “doğru” diye sunulan bilgiyi her zaman kuşkuyla karşılaması gerektiğini söyleyerek sofizm, septisizm gibi kuşkucu felsefeleri yaratacaklardır. Elindeki olanaklarla insanın doğru bilgiye ulaşabileceğini düşünen filozofları ise bu kez yeni bir tartışma konusu beklemektedir: “Doğru bilginin kaynağı nedir? Hangi kaynaktan kazanılan bilgi diğerine göre daha güvenilir ve daha doğrudur?” İşte bu soruya aranan yanıt karşımıza epistemolojinin/bilgi kuramının farklı alanlarını çıkarır ve ilkçağ Yunan düşüncesinden başlayarak günümüze değin bu konuda farklı düşünceler geliştirilir.

Oysa, İÖ.6. yüzyıldan başlayarak “Eski Yunan Düşünce Çağı” olarak isimlendirilen düşünce döneminde, doğru bilginin hangi kaynaktan kazanıldığı, yada hangi kaynaktan elde edilen bilginin daha doğru olacağı gibi temel epistemolojik sorunlara hiç değinmeden, salt doğayı ve varlığın ilk maddesini araştıran düşünürlerle karşılaşırız. İlk bilimciler, yada doğa filozofları adıyla anılan İonia Okulu düşünürleri, ilk kez dinden ve mitolojiden arınmış bir biçimde evreni oluşturan ilk maddenin ne olduğu sorusunu yanıtlamaya çalışarak, fizik ve kosmolojik nitelikte bir doğa felsefesi yaratırlar. Ölümü ve yok oluşu, varlıkların geldiği kökene, ilk kaynağa, başlangıca geri dönüşü olarak açıklanınca, bir anlamda, doğanın başlangıcında insanın kendi başlangıcını da arama çabası, yani, bir insan-doğa birliğinin oluşturulma çalışması doğar. Doğa filozofları tanrıların varlığını yadsımamakla birlikte, var oluşu yaradılışla açıklamazlar, devinimi kutsallıkla bir tutarlar ve var olanın kendisinden oluştuğu ilk maddenin ne olduğunu ortaya koymaya çalışırlar. Dile getirdikleri düşüncelerin tanrısal bir kaynaktan geldiği ve bu nedenle de bir kesinlik taşıdığı savında değillerdir. Onlar sistemsiz ve zayıf bir biçimde de olsa, yaptıkları gözlemlere dayanarak oluşturdukları görüşlerini eleştirel bir tavırla dile getirirler. Doğal olanla doğaüstü olan arasında hiçbir ayırım görmeyen bu filozofların yapmak istediği şey, doğayı ve evreni açıklamaktır. Bu tavır hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını kavramış olan bir kafa yapısının ve her şeye, hiç yok olmayacak bir ilk neden arayan anlayışın, dogmalara ve boş-inanca değil, düşünmeye ve araştırmaya dayanan bilimsel tavırdır. Onların amacı, Aristoteles’in de dile getirdiği gibi , “var olan bütün şeylerin varlık nedenlerini aldıkları ve sonunda yine ona döndükleri, koşullar değişse de özü devam eden maddi ilke”yi bulmaktır. Bu ilke yoktan var olmayan/yaratılmayan, kendi kendisiyle özdeş kalan bir ilk madde, yani “arkhė” dir. Bu temel ilkeye Thales “su”, Anaksimandros “Apeiron/sınırsız-sonsuz”, Anaksimenes “hava”, Herakleitos ise “ateş” diyor. Önemli olan, varlığın hava, su, ateş vb. gibi bir ilk maddeden türediği ve yine ona dönüşeceği düşüncesi değildir. Yani, doğada gördüğümüz tüm nesneleri bir “ana madde/ arkhė” nin değişik görünüşlerini saymak ve sonunda yine ona dönüşeceğini söylemek, bugünün bilgisi ışığında ve bilimsel anlamda değerlendirildiğinde belki doğru değildir. Ama, önemli olan, ilk kez Tanrıyı/tanrıları işe karıştırmadan, akılcı bir yaklaşımla bu görüşlerin dile getirilmesi ve yine aynı tavırla eleştirilip çürütülmesidir. İşte ilkçağın doğa filozofları bunu yapmakla, felsefe tarihinde haklı olarak çok önemli bir yer kazanmakta ve felsefenin kurucusu sayılmaktadırlar. Onların “…gizli, gizemli hiçbir bilgileri olmadığı gibi, aksi kanıtlandığında görüşlerinin yanlış olduğunu söylemeye her an hazırdılar. Doğa filozoflarının evreni açıklarken farklı tavır takınmaları, farklı görüşler dile getirmeleri, değişik sonuçlara ulaşmaları, onların güvenilirliklerini, yalnızca bilimden tanrısal bir kesinlik bekleyen Sokrates gibi peygamber özentilerinin gözünde azaltıyordu. Miletlilerin bilgi konusuna yaklaşımları, bildikleri hakkında alçak gönüllü davranmaları ve bilgilerini herkesle paylaşmaya istekli olmaları, onları halkın gözünde de saygın kişiler yapmıştır. Tâ ki, Sokrates ve Platon kesin, tanrısal bir bilginin bilgi adına yakışan tek şey olduğunu savunup, onların tavırlarını ve bilgilerini sorgulayana kadar…” (A.M.C Şengör – “Kassandra ve Anaksimandros” Cumhuriyet Bilim ve Teknik Dergisi – 18 Aralık 1999)

Evrenin ve varlığın ilk nedenini monist/birci ve maddeci bir yaklaşımla, su, hava, ateş gibi öğelere bağlayarak açıklayan İonia filozoflarının karşısına, temel ilkeyi soyut ve zihinsel “sayı” kavramıyla açıklayan Pythagorasçılar çıkar. Evrenin ilk nedeni olan “sayı”, bu anlayış içinde giderek mistik ve tanrısal bir nitelik kazanır. Bu yüzden, Pythagoras Okulu, bir yanıyla İon düşünürlerinin göreceli bilimsel yaklaşımından, mistik-gizemli bir öğretiye geçişi simgelemektedir. Cornford “Dinden Felsefeye” isimli eserinde (F.M Conford-“From Religion to Philosophy”- Cambridge 1952- Bu bölüm “Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler”-George Thomson-Çev. Mehmet H. Doğan-Payel Yay. İst 1988 isimli eserinden aktarılmıştır.) Pythagoras’ın kendisine yarı tanrılık niteliğini yüklediğini de söylüyor. Cornford’a göre, “…Pythagoras’dan esinlenen tüm sistemler, bütün değerleri Tanrının görünmez birliğine yöneltmişler ve görünür dünyayı yanlış, yanıltıcı ve tanrısal ışığın pus ve karanlık içinde kırılıp gölgelendiği bulanık bir aracı olarak kınamışlar, dolayısıyla başka bir dünyanın adamı olarak yaşamışlardır.” Cornford’un, başka bir dünyanın adamı olarak yaşadığını söylediği kişiler, özellikle Pythagorasçılıktan en çok etkilenen Elea’lı Parmenides ve öğrencisi Zenon olmalıdır. Çünkü, onlar evreni soyut ve zihinsel “Bir Varlık” kavramıyla açıklayarak, idealist bir varlık anlayışına kapıları açan ilk düşünürlerdir. Parmenides (İÖ. 540-480), aynı zamanda duyulardan akla, duyumların bilgisinden aklın bilgisine geçişin de öncüsüdür. Dolaylı da olsa, bilgilerimizin kaynağı ve değeri sorununu irdeleyen “bilgi kuramı-epistemoloji”nin alanına da girer. Ona göre, duyularımız bize yalnızca sürekli değişen ve içinde bir çok varlığın var olduğu bir çokluğu tanıtır. Ama bu değişim ve çokluk “sanı/doxa”dan, yani yanılma ve kuruntudan başka bir şey değildir. Öyleyse, duyuların bilgisine güvenilemez. Asıl gerçek ve tek doğru aklın doğrusudur, çünkü akıl bizi evrenin ve varlığın temeli olan “Bir Varlık”a götürür.

Evrenin temel ilkesini ister maddesel, ister düşünsel nitelikte olsun, tek bir nedene bağlayan/monist doğa filozoflarının yanı sıra , yine evreni maddeci bir yaklaşımla, fakat çok sayıda ilk nedene bağlayarak açıklayan/pluralist doğa filozoflarından da söz etmemiz gerekir. Örneğin Empedokles (İÖ.492-432) evreni hava, su, ateş, toprak gibi dört temel öğeye bağlamaktadır. Anaksagoras (İÖ.500-420) ise tüm varlıkların, başlangıcı belli olmayan bir oluş sürecinde var olagelmiş öğelerin bir araya gelmesinden ve ayrılmasından oluştuğunu savunur. Demokritos’a göre (İÖ.460-370) evrenin ana maddesi sonsuz sayıda “atomlar”dır. Tüm nesneler fiziksel olarak bölünmeyen atomlardan oluşur ve atomlar arasında boş bir uzay vardır. Bu boşlukta sürekli devinim içinde olan atomlar birbirine çarparak nesneleri oluştururlar.

Sonuç olarak, evrenin temel ilkesini, yani her şeyin kendisinden türediği ve yine kendisine dönüşeceği ilk öğeyi araştıran doğa filozofları, bilgi konusuna hiç değinmemişler, kimileri gözlemle edindiği bilgileri akılda biçimlendirerek, kimileri salt akla güven duyarak bu temel ilkeyi açıkladıklarını düşünmüşlerdir. Yani, aklı evrensel akılla ilişkili olarak kavramışlar ve doğayı anlamada akılcı bir girişim başlatmışlardır. Onlarla birlikte dinsel-mitolojik düşünce biçimi terk edilmiştir. Ama, bu felsefi akıl kuşkusuz birden bire doğmaz. Akıl doğayı yine doğal nedenlerle açıklamaya çalışırken, bazı doğa filozoflarında doğa-üstü ilk nedenler de işe karışmaktadır. Yani, insanoğlu kendisini eski inançlardan ve alışkanlıklarından tam olarak kurtarabilmiş değillerdir. Ama bu durum yine de onları “dogmatik” olarak adlandırmamızı haklı kılmıyor. Gerçekten, çoğu felsefe ders kitaplarında “dogmatik filozoflar” olarak anılan doğa filozoflarını dogmatik olarak adlandırmanın ne kadar doğru olduğunu tartışmamız gerekir. Çünkü, dogmatizm bir fikri, bir düşünceyi olduğu gibi, tartışmadan ve aklın eleştiri süzgecinden geçirmeden, doğru olarak benimsemek anlamına geldiğine göre, birbiriyle tartışan, eleştiren ve evreni açıklamada farklı görüşlere sahip olan bu düşünürleri dogmatik olarak adlandırmanın haksızlık olacağını özellikle belirtmek istiyoruz. Evreni açıklayan eserlerine “Doğa Üstüne” adını yakıştıran bu düşünürleri, ister materyalist, isterse idealist yaklaşımı benimsesin, onları doğa filozofları olarak anmak yerinde olacaktır.



B-) DOĞADAN İNSANA
-SOFİST FİLOZOFLAR- :
Atina’da Eski Yunan düşüncesi bir yandan doğa üstüne gelişmesini sürdürürken, bir yandan da sofist filozoflar eliyle insana yönelir. Sofistler de duyumların bizi yanılttığı düşüncesinden yola çıkarak, duyumlar yoluyla doğru bilgiye ulaşmanın olanaksızlığını savunurlar. Gezginci düşünür olan sofistler, gittikleri her yerde doğa filozoflarıyla karşılaşmakta ve onların, aklın bilgisine kesin güven duyarak evrenin temel ilkesini açıklamaya çalıştıklarını ve hepsinin kendi açıklamasının kesinlikle doğru olduğunu iddia ettiklerini görmektedirler. Farklı açıklamalar ve farklı değerlerle dolu bir düşünce dünyasıyla karşı karşıya kalan sofistlerin, doğa filozoflarının evrenle ilgili açıklamalarından ve insanın asıl gerçeği ve kesin doğru bilgiyi kazanacağından kuşku duymaları doğaldır. Bu nedenle de felsefenin temel sorunlarıyla ilgilenmek yerine kuşku duymayı, yani bize kesin diye sunulan bilgileri ne onaylamak, ne de yadsımak gibi bir tavır takınmaktan kaçınmamız gerektiğini dile getirirler. Onlar için en doğru tavır, kesin doğru bilgiye ulaşmaya çalışmaktan vazgeçerek, insanları inandırma sanatını ve söz ustalığını öğretmek olacaktır.

Elealı Zenon’un, insanı içinden çıkılmayacak çelişkilere (paradoks) sürükleyen antinomialarına en büyük tepki Protogoras’dan (İÖ.482-411) gelir. Protogoras öncelikle tümüyle doğa felsefesine karşıdır. Bu karşı çıkışın nedenini onun bilgi anlayışından kolayca çıkarabiliriz: Bilgi, bilen-bilinen/süje-obje arasında bir ilişki olduğuna göre, konuya önce özne (süje) açısından yaklaşalım. Protogoras’a göre, süje bilgiyi duyumlarla kazanır. Duyumlar ise sürekli değişir ve bireyin o anlık durumuna bağlıdır. Yani, nesne (obje) onu algılayan kişinin o andaki konumu neyse, ona göre algılanır. Bu nedenle her duyu bilgisi (doxa), yalnızca onu algılayan öznenin o anki durumu için doğrudur. Konuya, bilgisini kazanacağımız nesne (obje) açısından yaklaştığımızda, Protogoras’ın, Herakleitos’un görüşlerini kendi düşüncesine dayanak yaptığını açıkça görürüz. Tüm olabilirliği kendisinde toplamış olan ana madde (arkhé) sürekli bir akış ve değişme içindedir. Bu nedenle de hiçbir nesne salt kendisi olarak kalamaz. Nesnelerin nitelikleri değişkendir ve o anda birbirleri üzerindeki etkilerinden doğmaktadır. Buna göre, ne özne, ne de nesne açısından herkesin üzerinde uzlaşabileceği kesin bir bilgi yoktur. Yani, “insan her şeyin ölçüsüdür; olan şeylerin, ki onlardır; olmayan şeylerin, ki onlar değildir…” Bir şey bana nasıl görünüyorsa benim için öyle, başkasına nasıl görünüyorsa başkası için de öyledir. Öyleyse, asıl gerçeği, yada kesin doğru bilgiyi aramaktan vazgeçip, insanın yaşamı için gerekli bilgileri, özellikle de güzel konuşma ve inandırma sanatını öğrenmeleri gerekir. Bir bilgiyi başka bilgiden daha doğru saymak da anlamsızdır. Bir bilgiyi ötekinden ayıran ve üstün kılan asıl ölçüt, insana sağladığı yarardır. Protogoras Tanrıların bile varlığının, yada yokluğunun bilinemeyeceğini savunur. Çünkü Tanrı bilgisinin karşısında da öznenin belirsizliği, insan yaşamının kısalığı gibi birçok engel vardır.

Gorgias (İÖ.483-375) ise kuşkuyu daha ileri boyutlara taşıyarak, ilkçağın sistemli kuşkuculuğu olan septik felsefeye, bir yeniçağ düşüncesi olan nihilizme ve günümüz felsefesinin önemli sorunlarından biri olan kavramlar tartışmasına öncülük eder. Gorgias asıl gerçeğe ve doğru bilgiye ilişkin kuşkusunu şöyle dile getirmektedir:

* “Hiçbir şey var değildir” : Çünkü, var olsaydı, ya bir var-olandan yada yokluktan var olacaktı. bir şeyin yokluktan çıkması söz konusu olamaz. Yada varlık öncesiz olacaktı. Öncesiz de olamaz, çünkü, öncesizlik sonsuzluğu da gerektirir. Sonsuz olan ise, ne kendisinde, ne başka bir şeyde, ne de hiçbir yerde bulunabileceğine göre, gerçekte hiçbir şey var değildir. Gorgias bu savıyla varlığın gerçekliğini yadsımakta ve böylece nihilizmin öncüsü olmaktadır. Nihilizm siyasal açıdan her türlü düzen ve otoriteyi, ahlâksal açıdan her türlü ahlâki değer ve kuralı, bilgi kuramı açısından da her türlü bilgiyi ve bilgi edinme olanağını yadsıyan görüşleri dile getirir.

* “Bir şey varsa bile, onun bilgisini kazanamayız” : Var-olanın bilgisinin kazanılması, onun düşünülmesini gerektirir. Var-olan düşünülseydi, var olmayan da hiç düşünülmez ve böylece bir yanılma söz konusu olmazdı. Gorgias bu deyişle, doğru bilginin ne akıl, ne de duyumlar yoluyla kazanılabileceğini savunarak, kuşkucu görüşleri sistemleştiren septisizme uygun bir ortam hazırlamaktadır.

* “Bir şey var olsaydı ve biz onun bilgisini kazansaydık bile, bu bilgiyi başkasına aktaramazdık.” : Bildirme sözle/kavramlarla olur. Kavramlar ise nesnel var-olandan çok farklı bir şeydir. Örneğin, bir kimseye renk tasarımını bildiremeyiz, çünkü farklı kişilerde aynı tasarım gerçekleşemez. Gorgias bu anlayışıyla da çağdaş felsefenin temel sorunlarından biri olan “var olan-düşünme-dil” sorununa ilk kez değinmektedir. Düşüncelerin dil aracılığıyla aktarılması aşamasında sözcüklere ortak anlam yüklenebilir mi? Sözcüklere benim yüklediğim anlamı bir başkasının anlayabileceğine nasıl güvenebilirim? Ya da başkasının sözcüklere yüklediği anlamı ben nasıl bilebilirim? Gorgias bu soruları sorarak, çağdaş felsefenin ele aldığı dil ve iletişim sorununa değinmiş olmakla birlikte, yalnızca bu soruları sormakla yetinir, fakat sorulara yanıt arama çabasına girişmez.

Sofistler eliyle felsefe artık doğadan insana yönelmekte, insan inançlarıyla, bağlandığı değerlerle, toplumsal yaşamıyla başlı başına felsefenin konusu olmaktadır. Üstelik, sofistlerin kesin gerçek ve doğru bilgi karşısında takındıkları kuşkucu tavır, tüm yerleşik değerlerin, inançların, hukuk sisteminin, toplumsal ve ekonomik koşulların da sorgulanmasına yol açar. Örneğin, Kritias Tanrıyı kurnaz devlet adamlarının yurttaşların kendilerine daha fazla boyun eğmelerini sağlamak için uydurdukları kuruntudan başka bir şey olmadığını savunur. Thrasymakhos adaletin yalnızca güçlüye yaradığını söyler. Antiphon doğal hukuk ile insan eliyle konmuş olan pozitif hukuk arasındaki karşıtlığı ele alır. Doğa tüm insanları eşit yaratmış, insanlar sonradan yaptıkları yasalarla eşitsizliği pekiştirmişlerdir. Toplum tüm insanların ortaklaşa yararlanmaları için oluşturulduğuna göre, tüm insanlığın hiçbir ayırım gözetmeden toplumun getirdiği nimetlerden yararlanması gerektiğini savunan sofistler, toplumsal düzenin değişmesinde bir açıdan itici güç olmuşlardır.

C-SEPTİK FELSEFE
Sokrates, Platon ve Aristo gibi felsefenin büyük ustalarını yetiştiren Atina’da, özellikle Platon’la birlikte, felsefenin bilgi, ahlâk, estetik, politika gibi tüm konularda birbirine bağlantılı görüşlerin yeşerdiği sistemli felsefe dönemi genellikle “Antik Yunan Düşünce Dönemi” adıyla anılır.

Hellas adıyla bilinen Yunan yarımadasında dağınık kentsel egemenliklerin, geniş topraklarda sözü geçen güçlü bir devlet otoritesi altında birleşmesi kaçınılmazdır. Yunan yarımadasında öyle bir birlik oluşturulmalıdır ki, hem ticaret yolları güvenliğe kavuşsun, hem de siteler arasındaki ticarette ortak kurallar geçerli olsun. Üstelik, bu birlik, Yunan halkı için sürekli bir tehdit oluşturan Pers tehlikesini de ortadan kaldırsın ve Yunan sitelerinin giderek bozulan ekonomik durumunu yeniden canlandırmak üzere, doğunun tüm zenginliğini ele geçirsin. İşte bu istekler Makedonya Kralı Philippe’in tüm Hellas’ı egemenliği altına alarak güçlü bir Helen birliği kurmasıyla gerçekleşebilecektir.

Philippe’in ölümünden sonra tahta çıkan Büyük İskender (Alexandros), babasının kendisine sunduğu güçlü bir ordunun ve Yunan site devletleri üzerinde sağladığı otoritenin tartışılmaz tek sahibidir. Yunanlıların “barbar” saydığı İskender, Aristo’nun eğitiminden geçmiş, Helen kültürünün ve felsefesinin etkisiyle büyümüştür. Pers İmparatorluğu’nu yıktıktan sonra da, doğunun kendine özgü mistik-gizemli dünyasının kendisine yakıştırdığı “Tanrı-kral” nitelemesiyle, hem doğu dünyasını hellenleştirmiş, hem de Helen kültürünü doğu kültürüyle kaynaştırarak yeni bir düşünce çağını, Helenistik çağı başlatmıştır.

Yunan dünyasının değişen toplumsal ve ekonomik yapısına koşut olarak ortaya çıkan septik felsefe, köken olarak sofistlerin felsefe gündemine soktuğu kuşkuculuktan kaynaklanır.İlk kez sofistlerin hem duyumların, hem de aklın bilgisinin doğruluğundan duyduğu kuşkuyu başlı başına bir felsefi sorun olarak ele alıp irdeleyenler septik filozoflardır. Helenistik çağda bilimin felsefeden ayrılarak bağımsızlaşmasına bağlı olarak, felsefenin metafizik konulardan çok, insan yaşamına ilişkin sorunlara eğilmeye başlaması ve bireye bilgece bir yaşam biçimi sunmak üzere hazırlanması, bu kez ister istemez doğru bilginin var olup olmadığı sorusunu gündeme getirecektir.

Büyük İskender’in ordusuna katılıp Hindistan’a kadar giden Pyrrhon, bu süreç içinde gördüklerinden ve yaşadıklarından kaynaklanmış olsa gerek, Atina’ya geri döndüğünde artık bağlı olduğu tüm değerleri sarsılmış, inançları değişmiş bir durumdadır. Bu yüzden de sofistlerin kuşkuculuğuna hem ahlâksal, hem de mantıksal kuşkuculuğu katar. Madem ki felsefe insanı mutlu kılacak bir yaşamın koşullarını oluşturmaya çalışmaktadır, öyleyse, öncelikle yapılması gereken şey, bilginin bize böyle bir yaşamı sunup sunamayacağını saptamak olmalıdır.Oysa bilginin böyle bir gücü yoktur, çünkü, ortaya atılacak her bilgiyi çürütebilecek farklı bilgiler de bulunabilir. Bu nedenle, hiçbir konuda kesin yargılarda bulunamayız. Gerçek bir bilge her zaman kesin yargılardan kaçınmalıdır.

Pyrrhon’un öğrencisi Timon da nesnelerin gerçek yapısının kavranamayacağını, bu yüzden de nesnelere ilişkin kesin yargılardan kaçınmamız gerektiğini, ancak böyle davranan bir insanın en yüksek mutluluğa ulaşabileceğini savunur.

Epikürcü ve Stoacı ahlâk anlayışlarının egemen olduğu Atina’da, Platon’un kurduğu okulun, Akademia’nın başkanı olan Arkesilaos, özellikle Sokrates’in “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir…” biçiminde dile getirdiği görüşünden yola çıkarak ve onun karşılıklı konuşma yöntemini de kullanarak, insanı doğru sandığı tüm bilgilerden kuşkuya düşürmeye çalışır. Kendisi derli-toplu bir görüş geliştirmeyip, yalnızca tartıştığı kimsenin tezini çürütmeyi amaçlayan Arkesilaos için, Sokrates bile böylesine kesin bir yargıyı dile getirmekle çelişkiye düşmüştür. Gerçek bir bilge bunu bile kesinlikle söylememelidir.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder