Gerçekten, toplumların kargaşa ve düzensizlik durumunu uzun süre yaşamadığı anlaşılıyor. Daha İÖ:4000 yıllarından başlayarak, Mezopotamya’da, ekonomik ve toplumsal gelişmelere koşut olarak, güçlü kent merkezlerinin oluştuğunu, önceleri kent devletleri biçiminde örgütlenen siyasal yapının, İÖ.25. yüzyıldan başlayarak, egemenliği geniş topraklara yayılan güçlü krallıklara dönüştüğünü görüyoruz. Daha İÖ.2450 yılında Akad kralı I. Sargon tüm Mezopotamya kentlerini birleştirmekle yetinmemiş, egemenliğini Babil’den Kıbrıs’a kadar genişletmiştir. Sümer kent devletlerinin sosyolojik yapısını incelediğimizde, toprağın sahibi sayılan site tanrısı adına toprak mülkiyetini ve topraktan sağlanan geliri sahiplenen din adamlarının toplumun en ayrıcalıklı kesimini oluşturduğunu görüyoruz. Öte yandan, gücünü tanrıdan alan kral ve onun çevresinde oluşan bir devlet yapısı Sümer kentlerinin belirleyici özelliğidir. Din, devlet yapısının ayrılmaz bir parçasıdır ve devletin varlık amacı kralın ve saray çevresinin mutluluğunu sağlamaktır. Din adamları ekonomik üstünlüklerini ve ayrıcalıklarını korumak adına, çoğu kez, “Tanrı adına yöneten” kralla uzlaşır. Ama bu uzlaşma zaman zaman bozulur ve kralla rahipler arasında egemenlik savaşları başlar. Örneğin, Sümer kralı Urugakina adına yazılmış olan yazıtlarda, kralın rahiplerle olan savaşımı ve bu savaşım sonunda halka özgürlüklerinin verildiği anlatılır. “Özgürlük” sözcüğünün ilk kez geçtiği yazılı belgeler Urugakina yazıtları olsa da, halka özgürlüğünü verdiğini söyleyen kral, toplumsal sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmış, kölelerin durumunda iyileştirme yaratmış değildir. Toplumda düzeni sağlayan yazısız kuralların, gelenek ve göreneklerin yazılı biçim alması, yani devletin ilk kez yazılı hukuk metinlerine bağlanması da Ur Kralı Ur Nammu tarafından gerçekleştirilmiştir.
Genellikle Batılı kaynaklarda site devletlerinin kurulması Yunan siyasal tarihiyle bağlantılı olarak anlatılır. İÖ: 800-600 yılarında artık belirginleşen Yunan site devletleri (polis), belki devletin değil, ama yönetime doğrudan katılan özgür kentli yurttaşın ve dinsel temellere dayanmayan, gücünü tanrıdan değil, yasalardan alan bir yönetici tipinin doğduğu yerleşim birimleri olarak düşünülmelidir.
Sosyolojik açıdan, kralın ve büyük toprak sahibi soyluların siyasal egemenliğini pekiştiren ve toplumsal sınıflar arasındaki olası çatışmayı giderecek bir güç, anlaşmazlıkları çözecek bir hakem olarak doğduğu bilinen devletin doğuşu, işlevinin ne olduğu, en yetkin bir toplumsal düzenin kurulup kurulamayacağı gibi sorunlar siyaset felsefesinin belli başlı sorunlarını oluşturuyor. Kuşkusuz, bir siyaset felsefesinin doğması için öncelikle felsefenin doğmuş olması ve insanların bir felsefi kültüre, bir felsefi bilgi birikimine sahip olması gerekiyor. Bu birikim de önce Batı Anadolu sitelerinde, Hellas’da, Trakya’da, İtalya’da karşımıza çıkan doğa filozoflarıyla başlayıp, Antik Yunan düşünce döneminde en üst düzeye ulaşmış durumdadır.
Doğa filozofları, evrensel düzen ilkesine ulaşmaya çalışırlarken, aynı zamanda, toplumsal düzen düşüncesine de yer verirler. Örneğin, Anaximandros adaleti belirlenmiş sınırların aşılmaması olarak tanımlarken, tanrıların da adaletli olması gerektiğinden söz eder. Pythagoras evrenin temel ilkesi olarak belirlediği sayı kavramından yola çıkarak, tanrı ve adalet gibi kavramları da sayılarla açıklamaya çalışır. Nasıl ki, insanı akıl yönetiyorsa, toplumları da akıllı ve bilge kişiler yönetmeli ve yönetilen inanlar yöneticilere mutlak anlamda boyun eğmelidir.
Evrendeki oluş ve değişimi diyalektikle açıklayan Herakleitos’un da savaşı her şeyin babası sayması hiç anlamsız değildir. Çatışmanın mutlak, birliğin ise değişken olduğunu göstermeye çalışan Herakleitos’a göre, her birlik yeni bir çatışmaya dönüşecektir. “…Savaş Tanrıları ve insanları, özgürleri ve köleleri yaratır…” Bunların birbirleriyle çatışması da bir zorunluluktur. Toplumsal düzenin temelinde çatışmanın yattığını kavrayan Herakleitos, soyluların egemenliğini yıkacak olan gelişmenin dinamizmini ve iç çelişkilerini kavramış, kendisinin de üyesi olduğu soylu sınıfın egemenliğini olabildiğince uzatmak için, zorba ve baskıcı bir azınlık yönetimini, halkın yönetimi demek olan demokrasiye yeğlemiştir.
Doğada rastlantıya hiç yer vermeyen, her olguyu zorunlu bir neden-sonuç ilişkisine bağlayan Demokritos da, insanın tehlikelere karşı kendini koruma güdüsünün toplumu yarattığını, devletin ise toplumsal çatışmaları giderecek bir araçtan başka bir şey olmadığını savunur.
Felsefeyi doğadan insana yönlendiren ve insana büyük önem vererek her şeyin ölçüsü olduğunu savunan sofistler, bilginin kesinliği konusundaki kuşkularını dile getirirlerken, aynı zamanda, tüm yerleşik değerlerin, inançların, hukuk sisteminin de sorgulanmasını sağlarlar. İlk kez, doğal hukuk ile insan eliyle konmuş pozitif hukuk arasındaki karşıtlık dile getirilir. Doğanın tüm insanları özgür ve eşit yarattığını, insanların kendi eliyle yaptığı yasaların eşitsizliği pekiştirdiğini ve bazı insanları köleleştirdiğini korkusuzca ortaya koyarlar.
İnsanların devlet öncesi dönemlerine ilişkin olarak düşünülen bir doğa durumuna ve bu durumda düzensizliğin mi, yoksa bir doğal düzenin mi egemen olduğuna yönelik tartışmalar özellikle 17. yüzyılda yoğunlaşır. Thomas Hobbes doğanın insanları eşit yarattığını, ama bu eşitliğin düşmanlıkları da beraberinde getirdiğini savunur. Hobbes’a göre, insanların temel güdüsü varlıklarını korumak ve sürdürmek, ardından da gereksinimleri gidermek ve hoşuna gideni elde etmeye çalışmaktır. Ama, bir şeyi elde etmeye çalışan insan karşısında aynı şeyi isteyen başka birini bulacak ve bu yüzden aralarında bir savaş başlayacaktır. İşte bu yüzden, devlet öncesi doğa durumu bir kargaşa ve savaş durumundan başka bir şey değildir. Sürekli savaş ortamında güvenden de, adaletten de söz edilemez. Kargaşa ve savaş ortamında her şey herkesindir, yani benim, yada senin ayırımı söz konusu değildir. Senden daha güçlü biri gelip elindekini alıncaya kadar o şey senindir. Hobbes’a göre, doğa durumunda insan insanın kurdudur.
Hobbes’un “Leviathan”ında bir kargaşa ve savaş durumu olarak nitelenen devlet öncesi dönem, John Locke’a göre tam bir barış ve mutluluk içinde geçer. Doğal olarak eşit ve özgür olan insan, yaşamını doğal koşullar altında karşılıklı yardımlaşmayla ve sevgiyle sürdürmektedir. İnsanlar arasında doğal yasaların sağladığı bir düzen vardır, yani doğa durumunda insan özgürlüğünü hiç kimseye zarar vermeden yaşar. Doğal yasayı çiğneyenler, aklın koyduğu kurallardan da sıyrılmış ve toplum için zararlı olmaya başlamıştır. Artık böyle bir insanı herkes cezalandırabilir. Mülkiyet hakkı da güce değil emeğe dayanmaktadır. Yani, her şeye sahip olmanın yolu güçten değil, çalışmadan geçer. Bir toprak parçası onu işleyenin malıdır, kimse elinden alamaz.
18. yüzyılda Rousseau’ya göre, “…bir ağacın meyvesiyle karnını doyuran, yakınındaki bir pınardan suyunu içen ve aynı ağacın altında yatıp uyuyan insan”ın mutsuz olması için hiçbir neden yoktur. Doğa durumunda insanlar ne iyi ne de kötüdürler. Suç, erdem nedir bilmezler, aralarında bir savaş da yoktur.
Toplumun ve devletin kökenini açıklamaya çalışan düşünürlerden çoğu hep uygarlık öncesi bir dönemden, bir doğa durumundan söz etme gereği duymuşlar… Böyle bir dönem yaşanmış mı, yaşanmamış mı bilinmez. Aslında bunun pek fazla bir önemi de yok. Bir devlet öncesi durumunun ne olduğunu, düzensizlik ve kargaşadan bir “devlet düzeni”ne nasıl ve hangi gerekçeyle geçildiğini açıklamak için böyle bir varsayıma başvuruluyor. İnsanın aklını kullanarak sahip olduğu hakların bir bölümünü başkalarına devretmesi ve bir sözleşme yaparak “devlet” kurumunu oluşturması, düşünürleri, adına “devlet” dediğimiz en üst düzeyde toplumsal örgütlenmenin aslında aklın zorunlu bir sonucu olduğu konusunda birleştiriyor.
Toplumların tarihsel gelişiminin belli bir aşamasında ortaya çıkan “devlet” kavramının nasıl doğduğu sorusuna yanıt aramak, kuşkusuz, antropoloji, sosyoloji ve politika bilimlerinin görevidir. Devlet, ister Marksist düşünürlerin dediği gibi, bir toplumsal sınıfın diğer toplumsal sınıfları baskı altında tutmak için kullandıkları bir araç olsun; isterse, Hegelci düşüncede anlatıldığı gibi, bireysel çıkarlarla genel çıkarları uzlaştıran bir hakem, ahlâk idesinin en yüksek biçimde dile getirildiği bir kavram olsun, insanların böyle bir kuruma neden gerek duyduğu sorusunun yanıtlanması siyaset felsefesinin temel konularından biridir. Çünkü, devletin kökenini açıklamaya çalışan düşünceler, aslında devletin varlık amacının, görev ve sorumluluğunun ne olduğunu somut biçimde ortaya koymaya yöneliktir. Örneğin, devletin doğal bir varlık olduğunun düşünülmesi, bizi devletin kendi amaçlarını istediği gibi belirleyebileceği ve bu amacın bazen toplumun genel çıkarlarıyla da uyuşamayabileceği gibi bir sonuca götürür. Oysa, devletin akılcı bir sözleşme sonucu ortaya çıktığını savunmak, devletin, ister istemez, toplumun genel çıkarlarını gözetmek zorunda olan ve onu topluma karşı da sorumlu kılan bir organ olduğu anlayışını getirecek ve devletin organlarının oluşumunda, toplumu oluşturan bireylerin de rolü olduğunu ortaya koyacaktır. (Bak. “Anayasa Hukuku (Demokrasi)” Prof. İlhan Arsel- Sıralar Matbaası İst. 1968)
Yalnızca kavramsal bir gerçekliği olan, yani yalnızca insanlar onu düşündükleri için var olan devlet, iktidar yetkisinin artık bireysellikten kurtularak kurumsallaşmasını da simgeler. Böylece, insanlar artık iktidarı güçle, sahip olduğu tinsel niteliklerle, ya da kurnazlıkla ele geçirmiş olan iktidar sahibine boyun eğmekten kurtulup, görev ve yetkileri yasalarla belirlenmiş, meşru bir devlet iktidarına boyun eğmeye başlayacaklardır.
Feridun ORHUNBİLGE
Emekli Felsefe Öğretmeni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder